Adil Yakubov / Neredesin Moriko? [Hikâye]

21.05.2020
1.720
Adil Yakubov / Neredesin Moriko? [Hikâye]

Özbek Türkçesinden aktaran : Ayşe Yalçın

İnsan hayatı tesadüflerle, bazen aklının ucundan bile geçmeyen olaylarla dolu.

Bu yıl Zafer Günü[1] savaşta yaşamını yitiren şehitler hatırasına bağışlanan muazzam mecmuanın açılış töreninden eve dönüp, şimdi dinleneceğim derken telefon çaldı.

Telefon ahizesinden bir kız çocuğunun çınlayan sesi geldi.

—Siz falanca yazar mısınız?  Ben Özbek turizminden telefon ediyorum. Bize Japonya’dan bir grup turist geldiler. Bir hanım sizi tanıyormuş, ziyaret etmek istiyor. İmkânı varsa görüşsem, diyor.

Şaşırdım.

—Nereden tanıyormuş?

—Bilmiyorum, dedi kız. Japon savaşında bulunmuş muydunuz? Port-Artur denen şehirde bulundunuz mu?

Fena şaşırdım.

— Evet, bulunmuştum. Ama…

Kız lafımı böldü:

—O zaman görüşmüşsünüz galiba? Bazı kitaplarınızı okumuş galiba. “Uluğbey” adında eseriniz var mı? O kitabınızı okumuş. O, Rusça biliyormuş…

Port- Artur! Rusça bilen Japon kadın! Ta ne zaman aklımdan çıkmış. Ama anlaşılan kalbimin bir kenarında uykuya yatmış da hüzünlü, hem hazan güneşi gibi berrak hatıralar sel gibi bastırdı geldi, aklımı alıp kaçtı.

—Alo, dedi kız. Neden sessiz kaldınız? Ya siz buluşmak ister misiniz?

—Yok, hayır, istiyorum, istiyorum…

—O zaman telefonumu yazın. İstediğiniz zaman söyleyin. Gerisini ben organize ederim.

Bin dokuz yüz kırk beş yılının ilk güz ayları. Japon subayları için inşa edilmiş zarif küçük bir şehir, Port- Artur. Yemyeşil çamlar arasına saklanmış katlı, temiz, görkemli evcikler. Rus sözlerini garip bir şekilde sevimli, hızlı konuşan Japon kızı Moriko!

Aklım yine derinlere daldı.

Yaklaşık iki bin kilometre uzadığımızda, meşhur Gobi çölünü yaya geçerken çektiğimiz işkenceler, arkada kalan Gobi çölünden sonra yolumuzu engelleyen Hingan dağları da arkaya çekilmiş. Önümüzde ise uçsuz bucaksız, yemyeşil vadi uzanıyordu. Bu kuzey Mançurya’nın başlangıcıydı.

Bizler, üstümüz başımız perişan olmuş, giysilerimiz Gobi çölünün çalılıklarında harap olmuş, yalnız çizmelerimize sardığımız kumaş kalmış, saç sakalımız diken gibi uzamış talihsiz alınlı askerleri bu vadi boyunca yine hayvan sürüsü gibi götürdüler. Bir hafta geçtikten sonra demir yolu geçen bir şehre vardık. Burada tam konserveye sıkıştırılmış konserve gibi kızıl vagonlara tıkıştırıp götürdüler. Adam tıpkı vızıldayan sinek gibi, onları belirsiz şehirlerden de  (sonradan öğrendim ki orası, Mukdsi ve Harbin şehirleriymiş) getirdikten bir hafta sonra, o kızın söylediği Port- Artur şehri etrafında bodur kırlara götürüp, tam kibrit kutusundaki kibrit çöpleri gibi döktüler.

Bizim geldiğimizde kırlar görkemli elma bahçeleri ve armut bahçeleri ile kaplıydı. Gündüzleri bahçelere dalardık: sebebi savaş, bahçeler bakımsız kalmış… Kucağımızı bal lezzetli armut ve elmalarla doldurup, aşağıdaki çadırlarımıza döneriz. Biz de hemen hemen o bahçeler gibi bakımsız kalmıştık. İstersek yatıyoruz, istersek kalkıyoruz, istersek elma bahçelerine, kırlara dolanıyoruz. O anda gözümüzün önünde büyük bir zevk ve maharet ile inşa edilmiş küçücük, fakat eşsiz görkemli şehir Port- Artur görünür. Şehrin bir tarafı mavi boğaza, boğaz ise güneşin altında çarşaf gibi sallanan sakin dalgacıklara bakıyor. Ufukta belirsiz yerlerden gelmekte olan gemiler göze çarpardı. Onlar nereye gidiyordu? İhtimal halkımızın tarafına mı yol alıyordur?  Biz, gemilerin bacasından yükselmekte olan mavimsi dumanlara hasretle bakıyoruz. “Biz de bir gün bunun gibi gemilere binip ana yurt tarafına yol alır mıyız, ya kemiklerimiz bu güzel, lakin bize yabancı topraklarda mı kalacak?”, düşüncesi yüreklerimizi titretirdi.

Bu kaygısız, serseri hayat on güne çözüldü. Sonra civardaki kısımlardan bize “görücüler” gelmeye başladı. Onlar kendilerine lazım olan askerleri seçip alıyorlardı. Birine nişancılar, birine makineli tüfek nişancısı, birine makineli tüfekçiler lazım, yine birine ise aşçı lazım, hatta berber, terziler de arıyorlardı.

Böyle günlerden birinde adı rota[2] denen, ama aslında disiplini kalmamış, bizim kısmımıza göğsü şakırdayan, nişan ve madalyalarla dolu genç, yakışıklı bir binbaşı, iki subay ile “görücü” geldi. Onlara on-on beş makineli tüfek nişancısından başka karargâhta hizmet edecek, yazısı güzel, eğitimi iyi bir asker de lazımmış.

Askeri birlik komutanımız cengâver, ama sadece yedinci sınıfı bitirmiş olan bu subay, bir konuda benden “faydalanıyor”, üste gönderilecek her çeşit bilgileri bana yazdırıyordu. O, beni binbaşına tavsiye etmiş, bu yüzden beni çağırmışlar. Binbaşı tıpkı alışverişe at pazarından at almaya gelmiş biri gibi, omzumdan tutup, o yana bu yana çevirip baktı, birdenbire:

—Hangi ülkedensin? , diye sordu.

—Milletim Özbek, dedim bende.

—Özbek…

—Kaçıncı sınıfı bitirdin?

—Onuncu sınıfı.

—Rusçan fena değil. Ne zaman öğrendin?

—Beşinci sınıfa kadar Rus okulunda okudum.

—Taşkent’i gördün mü?

—Gördüm.

Binbaşının dudaklarına bir tebessüm gelip:

—Taşkent ne demek?, diye sordu. Ben donup kaldım.

—Taşkent, Taşkent’tir!

Binbaşı kirece dönmüş eski kalpağımı burnuma sürüp:

—Şuna bak ya, bilmiyormuş!, diye güldü. Taşkent demek taştan kurulmuş şehir demek. Taş demek taş! Kent denilmesi işe şehir.

Ben kötü oldum. Ancak binbaşı kendini bilmezliğe vurdu ve:

—Tamam, dedi. Bugünden itibaren karargâhımda kâtiplik edeceksin. Öğleye kadar karargâhta hizmet edeceksin, sonra benim evimde ev işlerini yapacaksın. Mesela, sinek görsen kovalayacaksın.

—O kendine çok yakışan bıyıklarını sıvazlayıp yine güldü.

O günden itibaren, piyade bir asker hayatının insanoğlunun dayanamayacağı eziyetlerden usanmış, basit hayatında akıl almaz rahat ve refahla dolu günler başlıyordu. Karargâhtan kalan zamanım da binbaşının evinde geçiyordu. Binbaşına Port- Artur kalesinin hemencecik deniz sahilinin yanında, etrafı çamlarla dolu, güzel bir villa ayrılmıştı. Villa eskiden nüfuzlu bir Japon generaline aitmiş…

Generalin avlusunun bitişiğinde müştemilat ve ambarı da vardı. Tüm unvan ve imtiyazlarını kaybeden general ve iki kızı, (biri 22–23 yaşlarında Çiko san ve küçük kızı Moriko) ile beraber avluda bulunan müştemilatta yaşıyorlardı. Salak general mağlubiyetten sonra inzivaya çekilip, evine kapanmış, kızlarını ise Rus subaylarından kıskanarak, ikide bir sorgulardı.

Ben başta onlara çok dikkat etmedim, kendi işimle meşgul oldum. İşim ise çok tuhaftı, asker hizmetine benzemiyordu.

Sabahleyin binbaşının arabasıyla efendim ile birlikte karargâha gidiyordum. Öğleye daktiloda (daktilo kullanmasını bir haftaya kadar öğrendim) üst karargâhlara ufak tefek yazışmalar yazıyorum, öğleden sonra ise binbaşının özel işlerini hallediyorum. Haftada iki kere alay ambarına gidip, erzak alıyorum. Subaylara verilen bu erzak çok enteresandı. Ekmek dediğiniz sana-bana, kalanına: Japonlardan ganimet alınmış, bal lezzetinde gelen, yediklerinde çıtır çıtır eden çuval-çuval galeta-bisküvileri, koyulaştırılmış süt, et ve balık konserveleri, salam desen üç-dört çeşit, birkaç şişe alkol, bunları değil binbaşının kendisi, beş-altı kişinin bile yemesiyle tükenmeyecek erzak!

Ben bunları getirip, serin mahzene yerleştiriyorum, sonra binbaşının giyim kuşamlarını ütülüyorum, odalarını düzeltiyorum. Bunların hepsi sürse sürse bir iki saat sürer, kalan zamanımda, binbaşının söylediği gibi: sinek kovalıyorum Sıkıldığım zamanlarda ise binbaşının dürbününü alıp, pencereden mağlup general kulübesindeki hayatı, daha doğrusu, benden bin beter sıkılan kızların haylazlıkları, deliliklerini gözetliyorum. Bir gün bu meşguliyetim üstüne binbaşı çıkıp geldi. Ben onun eve girdiğini fark etmedim, çünkü iki oyunbaz kızın haylazlıkları zirveye ulaşmış, onlar önce birbirine su serpip, hayli gülüştükten sonra dövüş halinde gömleklerini çıkarıp, çırılçıplak halde kıyafetlerini sıkmaya başlamışlardı. Ömrümde çırılçıplak kızları görmedim, sade toy yiğit- o an yüreğim güpgüp atıp, iç çekiyordum, birdenbire:

—Sen ne yapıyorsun? Diyen kalın bir sesten, titreyip yerimden fırladım…

—Hiçbir şey, binbaşı!

—Hani, dürbününü bu tarafa uzat! diye emir verdi binbaşı. Sonra dürbünle birden generalin kulübesine odaklanıp durdu ve benim düştüğüm duruma düştü. Titreyip, nefes nefese kaldı.

—Eh! Canı çıkasıcalar! Diyerek, dürbünden zorla gözünü ayırdı. Bak, nasıl nazik, zarif bel, güzel! Belki de fazlası. Tıpkı… Ben gece “Smerş[3]”te çalışan arkadaşımdan duydum. Bizim general olarak bildiğimiz bu adam, 1941 yılında Amerika filosunu yerle yeksan eden deniz savaşlarında tuğamiralmiş. Eşi ölmüş. İki kızı ile yaşıyormuş. Büyük kızının ismi Çiko imiş. Şu küçük kurnazın ismi Moriko imiş. Çiko’nun kocasının kamikaze olduğunu söylerler. Kamikaze sözünü hiç duydun mu? Kendilerini ölüme mahkûm eden imparator pilotlarına böyle deniliyormuş. Onlar uçakları ile kendilerini Amerika harp gemilerine çarpıp ölmüşler. Tövbe!

Binbaşı derin iç çekip,  daracık odasında bir dolaştı ve aniden kararmış gözlerini açıp:

—Bana bak, arkadaş, dedi iç çekip. Başını çevirip görmez misin bunları? Bunları işletelim. Ne diyorsun?

Aklıma alaydaki subayların fısıltılı sözleri geldi: Rus askerlerinin Japon kız ve kadınları ile alakada bulunmaları kesinlikle yasaklanmıştı. Kim ki, bu konuda yakalanırsa acımasızca cezalandırılır!.

Binbaşı, birden:

—Erzaklardan nelerin var?, diye sordu.

—Hepsi var! Siz alkolden başka hiçbir şeyi istemezsiniz ki, binbaşı!

—Öyleyse söyleneni yap! Dedi binbaşı lafımı alıp. – Bir kutu bul! Ona bir iki kavanoz süt, bir iki paket galeta koy. Onlar galetayı olgunlaştırır, iyi olur! Bir iki tane salam koy! İçine ben bir mektup yazıp koyacağım.

—Onlar dil bilmiyorlar ya? Nasıl anlatacağım?

—Beceriksiz. Bu kadar yaşayıp görmedin mi? Bu iki kardeşin küçücük Rusça-Japonca lügati var. Her zaman yanlarında taşırlar! Git, emrimi yerine getir!

Sığınağa gidip, karton kutu buldum. Onu binbaşının söylediği nimetlerle doldurup çıktım. Patron hemen cümbüşte, aceleyle bekliyordu. O bir parça kâğıdı gösterip:

—Oku! dedi.- Senden saklayacağım sırrım yok!

Binbaşının mektubu olsa olsa bir iki cümleden ibaretti.

“Çiko san! Ben seni seviyorum. Çok, çok seviyorum! Gece karanlığı inene kadar bekliyorum. Gelmezsen ölürüm. Seni kocaman kucaklıyorum, Binbaşı Mişa Nogov.”

—Nasıl, lafı gediğine oturtmuş muyum?

Binbaşının başı göğe ermişti ve gülüyordu. –Geçmiş tecrübemden biliyorum: Böyle bir mektup alan kız reddetmez! Sen küçük horoz, bu işten ne anlarsın? Bir kızı öptün mü hiç? – Binbaşı kendine yakışan ince bıyıklarını sıvazlayıp, yine kahkaha atarak güldü. Şimdi şöyle yapacaksın, arkadaş! Kutucuğu şu çamın dibine gizleyecek ve o küçük şeytancığı el işaretiyle çağıracaksın.

—General görürse ya?

Sana ne yapacak ki? Rus bir subayın Japon kızına âşık olmasından iftihar etsin bu harekete, yolunmuş kart horoz! Ablası ile benim aramda postacı olması gerek bu kurnaz şeytancığın! Eğer ikna edersen ne ala! Kandıramazsan karargâhtan kovarım! Gezeceksin içtimalarda, sabah akşam sürünerek! Git, cesurca emrimi yerine getir! İşte, tahmin ettiğim gibi avludan çıkmış, çamlara su serpiyor! Nikâhlayıp vereceğim onu sana!

Gerçekten, küçük Moriko elinde uzun hortum, yalın ayak, kolsuz iç gömlek ve kısa pantolon, çamlara su serpiyordu.

Gerçekten, ömrümde kızlarla rahatça konuşamayan saf genç, yüreğim küt küt atarak avluya çıktım. Kutuyu bizim taraftaki çamın dibine koyup, Moriko’yu çağırdım. Ben onu çağırırken nedense onun kaçacağını düşünüyordum. Moriko ise elindeki hortumu fırlatıp, dik dik sıçrayarak, koşarak yanıma geldi (anlaşılan, ablası bizden böyle bir işaret bekliyormuş). Epey güzel çekik kara gözleri gülüyor, göz bebeklerinin ortasında bazı altın noktalar güneş ışıkları gibi parlıyordu.

—Bu sana, dedim ben kutuyu açıp.

Moriko kıs kıs güldü.

—Aa, çok fazla!- dedi o rus sözlerini Japonca telaffuz ederek. Onun gülmesi de Rus sözlerini bozup telaffuz edişi de henüz konuşmaya başlayan bebeğin konuşmaya çalışması gibi sevimliydi.

—Bu ise ablana. Çikosan’a!- dedim binbaşının mektubunu uzatıp. –Sır değil! İstersen okuyup görebilirsin!

Moriko mektubu alıp, göz ucuyla bana baktı ve:

—Ben şimdi, şimdi! – diyerek koşarak avlularının tarafına gitti. Gerçekten yanılmamıştım. Abla kardeş epey zamandan beri bizden işaret bekliyormuş anlaşılan! Binbaşı pencereyi açıp:

—Neler oluyor?- diye sordu sabırsızlanarak. İstemsizce gülüverdim.

—Acele etmeyin, iş oldu. Ablası ile konuşmaya gitti!

Moriko, kısa bir süre sonra Japonca-Rusça sözlüğü kucağında geri geldi. Deminkinden de neşeli, yüzüne çocuk haylazlığı vuruyordu.

—Ablam razı, -dedi o, bir bana bakıp, bir sözlükten söz arayarak,- fakat bugün değil, sonra, yarın.

—Neden?

—Çünkü…-O yine sözlüğü karıştırdı. –Çünkü… Kız çocuğu hemen razı olursa… ayıp olur!

–O çocuklara mahsus şekilde güldü, kutuyu omzuna alıp, bana bakarak avlunun kapısından kayboldu.

Ağzım kulaklarımda binbaşının yanına koştum. Binbaşı, sözümü duyunca öfkelendi.

—Niye bugün değil, niye yarına geliyormuş? – diye bağırdı. –Askerlik görevini iyi yapamadın birader! Git, yeniden konuş! Bu küçük yine su serpiyor. Ona söyle, anlat! Bugün gelmezse komutanım ölecek, de!

Bu defa Moriko benim sözüme sakince cevap verdi.

—Pekâlâ, söyleyeceğim ablama! –O istemsizce evlerine gitti ve bir süre sonra gülümseyerek geri döndü.

—Pekâlâ,  kaptan ölecek… ölmesin biçare, geleceğim, dedi ablam! –Moriko hoş gülümsemesiyle kaçacak oldu,  yalancıktan tuttum.

—Sen de gel, Moriko, gelir misin? –Heyecandan nefesim kesilerek sordum ona. O elini çekerek:

—Ne yapacağız?- dedi gözleri gülerek.

—Sohbet ederiz.

—Hepsi bu mu?

—Eğer istersen… razı olursan bir kere öperim. Moriko kapkara kısık gözlerini oynatarak:

—Hayır,  beni öpmen mümkün değil! – diye nazlandı Moriko.

—Neden?

—Çünkü… Çünkü ben küçüğüm!

O böyle deyip, elini omzuma koydu.

—Ben de senin gibi büyüdüğümde öpmen mümkün!

O yüksek sesle gülerek, elini elimden çekip kaçtı.

Bu defa binbaşı memnun olarak:

—İşte böyle asker! –diyerek omzuma vurdu. –Acaba ne zaman gelir ki? Saatini de söylemedi!

—Saati ne yapacaksınız? Karanlık düştüğünde gelir. Sabredin birazcık!

—Git, git, işini yap!- dedi binbaşı. –Yatıp horlayıver, işin olmasın bizimle.

Bu kadar çabamdan sonra nasıl işim olmazmış.

Ben binbaşının kendi evinde, kafesteki aslan gibi durmadan adımları dinleyerek epey yattım. Karanlık düştüğünde, Çiko’dan haber gelmedi. Kendimi avutmak için yavaş-yavaş Moriko hakkında düşünmeye başladım. Düşüncem ile dilimi güneş gibi parlak bir duydu esir aldı. Ben nedendir bilmem onun bugün olmasa da yakın zamanda geleceğinden emindim. Eğer gelirse… ne olacak, ne yapacağım? –Bu sorudan yüreğim hopladı, vücudum titremeye başladı…

Tatlı hayallerin kucağına derin bir uykuya daldım. Sabahleyin binbaşı yorganımdan dürterek uyandırdı.

—Sen mi bana hizmetkârsın, ben mi sana hizmetkârım? Öğlen oldu, tembel! –Binbaşı küçük çocuk gibi sırıtıyordu.

—Çiko san geldi mi, arkadaş binbaşı?

Binbaşı bıyıklarını sıvazlayıp, alaya edercesine güldü.

—Geldi mi imiş! Şimdi gitti! Öyle mülayim ki, ipek dersin. Tam dişi kedi dersin! Elinde ipek gibi yayılır, tutkulu! Hayır! –Saçlarını savurarak başını silkti.

—Fakir ömrümde ne güzelleri gördüm. Bizim rus Maruşkaları[4] mı dersin, hohluşkalar[5] mı dersin, Polonyalıları, Almanları mı dersin? Ama senin Özbek kızlarının tadına bakmadım! –dedi o, -anlaşılan beni mutlu etmek istiyordu. –Taşkent’te hizmet ettiğimde çok denedim. Ama hiçbir netice olmadı! Bizim Maruşkalar herkesle gezer. Özbek ile de, Gürcü ile de!  Ama sizin kızlarınızı tuzağıma çekemedim. Lakin düşünüyorum da, onlar bile Japonlara denk olamaz. Onlar tamamen başka onlardan… Peki!

Binbaşı, güya kendi sözlerinden kendi utanmış gibi sertçe boğazını temizledi.

—Şimdi şöyle yapacaksın, -dedi o, emir ahengiyle. –Git Çiko alkol içmiyormuş. Bir iki şişe şarap bulman gerek, dostum! Sen bugün karargâha da gitme. Doğru ambara git. Ambar müdürüne söyle, binbaşı gönderdi de! Yerden gökten de olsa bir iki şişe şarap bulup versin. Eğer bulamazsan… işte bu yerine! –Binbaşı arkasını dönerek kahkaha attı. Tekmelermiş, de! Askeri görevinin anlaşıldı mı, arkadaş?

—Anlaşıldı, yoldaş binbaşı!

—Anlaşıldı ise… emrimi yerine getir! Evi topla. Bir ihtimal küçüğü ikna edersin. Belki ihtimal, kendi de gelir akşam. Eğer gelirse… ikimiz bacanak olacağız!

Binbaşı keyiflenerek karargâha doğru gitti. Ben derhal dürbüne yapıştım. Yok, ne Çiko görünüyordu, ne küçüğü! Buna rağmen o gün mutluluk içinde tatlı anlardan yüreğim tekleyerek işe giriştim. Evi topladım, önce binbaşının, sonra kendimin elbiselerimizi ütüledim. Sonra torbamı koltuklayıp ambarın yolunu tuttum. Ambar müdürü binbaşının personel arkadaşıydı. O sözlerimi dinleyip:

—Alay komutanına ayrılan bir iki şişe şarap vardı. Sorsa ne yapacağım? –diye mırıldandı. Fakat yok diyemedi. Şişeleri kalın kâğıtlara sarıp verdi, verirken:

— Ne o yoksa bazı Japon kızları ile tanışmak için mi istiyor patronun?- diye sordu.

—Hayır, arkadaşınız Japon kıza bakar mı, dedim sözünü keserek. – Biliyorsunuz dostu arkadaşı çok. Her gün akşamüzeri buluşurlar. Keyif çatarlar!

—Sen çocuk ona dikkat et. Delilik etmesin. Kesin emir var. Japon kızlara bulaşmak subay, binbaşı olmak bir yana, general olsa da …deyip ambar müdürü tıpkı binbaşı gibi arkasını dönerek gitti. – İşte bu yüzden tekmeyi yer, ordudan kovulur!

Ambar müdürünün sözleri bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıktı. Keyfim yerinde ( patronumun ikinci askeri görevini yerine getirdim), hayalimde hala o: “Moriko gelir mi, gelse ne olacak?” diye tatlı bir düşünce ile iki şişe şarabı omzuma vurup eve geldim.

Moriko, sırtında dünki ince kıyafetleri, yalın ayak, elinde musluğu delik deşik hortum, penceremizin önündeki çiçeklere su serpiyordu. Gönlümde o inanç, hızla yürüyüp yanına gittim.

—Morika, gel, yanıma gel!

Moriko su sepelemeyi bırakıp, gözlerime baktı.

—Ne yapacağız?

Moriko dudaklarına bir naz yerleştirip masumane bir tebessüm etti.

—Konuşuruz biraz.

—Kuru laftan ne fayda?

—Canım var, -dedim omzumdaki şişeleri göstererek.

—Ben şarap içmiyorum! –dedi Moriko.

—Moriko! –dedim yalvararak. –Canım Moriko!

—Peki, -Moriko, sevimli bir şekildi güldü. –Eğer dokunmazsan eve girerim. – O böyle dedi güya güzel bir kelebek gibi evimizin kapısından girip kayboldu.

Yüreğim tekleyerek arkasından girdim.

Bir anda demin ki cüretimden eser bile kalmamıştı.

Moriko benim evimde, yatağımda oturuyordu. Bir yakınlaşmada onun bayağı oynaklığından eser de kalmamıştı. Kapkara kısık gözlerinde belirsiz bir hüzün doluydu!

Yanına oturdum.

—Sana ne oldu, Moriko?

Burası benim odamdı. –İşte o duvarları ellerimle çizdiğim tüm resimlerle ve diktiğim çeşitli nakışlarla süslerdim…

—Neden onları götürdün? –dedim, dediğimden utandım.

Moriko birden parıldayan gözleriyle baktı, onun mülayim suratında nefrete benzeyen soğuk bir ifade peyda oldu.

—Neden ben kendi çizdiğim resimlerimi, zahmetle diktiğim nakışlarımı bizi hor gören askerlere bırakayım ki! –dedi beklenmedik bir şekilde.

Ne diyeceğimi bilemez halde kalakaldım.

—Moriko, bırak bu sözleri…

—Bekle –dedi o, biraz yumuşayıp. –Karşı odada ablam Çiko eşi ile yaşardı, patronunun yaşadığı evde ise (baba, -dedi o), babam ile rahmetli annem yaşardı. Kapı-pencerelerin hepsine güzel perdeler asardık. O saksılarda güller, evlerde ise kıymetli dokuma masalar, koltuklar olurdu. Şimdi her taraf bomboş…

Ben onun kızlara has nazik omzuna dokundum.

—Biz askeriz ya, Moriko. Asker de hiçbir şey yok. Böyle yapacağına bir kere öp.

—Sonra bırak, -dedi Moriko.

—Bırakmam. Bir kere daha öperim!..

—Bırak, -dedi o kıpırdama… bilesin ben çok güçlüyüm. İnanmıyor musun? İşte!-o bir hareketle, ciddi halde ıslak balık gibi kıpraşıp, kucağımdan kaçtı ve çocuklar gibi sevinip güldü. –Bil, ben Port-Artur şehrinde jimnastikçileri arasında birinci oldum. İnanmıyor musun?

—İnanıyorum, inanıyorum, Moriko…

—Yine bilesin ki, güzel kızlar müsabakasında da birinciliği almışımdır! Diplomam var! –dedi o, yine o çocuklara has bir gururla. –İşte bak! –dedi, yerden sıçrayarak başı tavana değecekmiş gibi yükseldi. Sonra enteresan, güzel bir hareketle havada döndü ve pat diye önüme indi. O gözleri parlak, gülümseyen, kendiside eşsiz güzel bir kızcığa dönüşüverdi.

—Moriko sen Port-Arthur değil, cihan güzelleri müsabakasında da güzeller güzeli, unvanı alırsın! Gel otur!

—Bekle!-dedi o. –Eline sahip ol! Seni kendim öperim!…

O eğilip, biraz dolgun, yumuşak dudaklarını dudaklarıma birleştirdi. Onun dudaklarından şekerli galeta lezzetinde, bal lezzeti geliyordu.

Gözümün önünde evim, gerçekten evim, bütün cihan acayip bir nura dolmuş gibi hissedildi kızın isteği aklımdan çıkıp, söğüt dalı gibi incecik belinden tuttum.

—Bırak git, asker! –diye Moriko tıpkı az önceki gibi akla gelmeyecek nazik bir hareketle balık gibi sıçrayarak kucağımdan kaçtı.

—Elveda, asker! – diyerek o çocuklar gibi şen bir sesle kahkaha atıp, yine güzel bir kelebek gibi kapıya yöneldi. Ben sızlanarak yerimde kaldım, kıpırdamaya da mecalim kalmamıştı.

Bundan sonra bir hafta, on gün benim için Moriko’nun şakacı halleri, tatlı sevimli hareketleri, bal lezzeti gelen, nurla dolu güzel günler, binbaşı için ise düğüne dönen geceler başlamıştı. O her gün sabahleyin yanıma gelir ve bıyıklarını burup, bir çift sözü tekrarlardı.

—Hayır, bu Japon kızlarına denk olan başka kızlar yok! –Ben çok kadınları gördüm, ama böylesini görmedim! –diye söz ederdi. Ve o her gün aynı soruyu sorardı.

— İyi, senin işlerin nasıl gidiyor?

—Fena değil, yoldaş binbaşı…

—Var mı bir gelişme?

—Hayır, yoldaş binbaşı…

—Beceriksiz! –derdi o başımdaki şapkamı yüzüme sürüp. –Beter ol, beceriksiz!

Ne yazık, dünyayı nura doldurmuş bu güzel günler olsa olsa bir hafta on gün devam etti ve aniden tıpkı gökyüzünü titreten bir gök gürültüsü, tıpkı kovayla su döken sağanak yağmur gibi gelip, sağanak yağmur gibi birden bire durdu.  Galiba general her şeyden haberdar olmuş kızlarını hapsetmişti. Saçı sakalı uzamış, paçavra giyimler giyen deli general göründü. Bazen avlusunda tenha görünür, o taraftan bu tarafa deli gibi dönerdi, bizim tarafa düşmanca bir bakışla bakardı.

Binbaşı bir gün dayandı, iki gün dayandı, üçüncü gün akşamüzeri yarı sarhoş bir halde içeri geldi. Gazaptan kararmıştı.

—Aklını kaybetmiş bu ihtiyar ne yapıyor? –dedi o dürbünü gözüne tutarak. –Kızlarını bodruma mı hapsetmiş? Eğer bugün de onları salıvermezse… akşam vururum bu pisliği!

Binbaşı böyle diyerek suratını buruşturdu ve aniden:

—Aa, aa, nereye gidiyor bu deli ihtiyar, – diye seslendi, -Generallik üniformasını mı giymiş o ya? Kim izin verdi buna.

O an generalin garip kulübesi kaplamış olan çamlar arasından genelin kendisi çıkıp geldi. O uzamış, karışmış sakalını kaşır, üstünde gerçekten de general üniforması, başında Japon arması takılmış kasket, ayağında ışıldayan çizmeler vardı. General bizim tarafa bakmadan, suratsız bir ifadeyle, başını gülünç derece gururla dik tutup, kapımızın yanından geçip gitti.

Binbaşı omzuma dokunarak emretti:

—Çabuk, baltanı al! Eğer bodrumun kapısını kilitlemişse… kilidi kırmak pahasına da olsa içerden çıkar kızları!

—Önce bir kolaçan edelim! –diye, generalin avlusuna gittim. Kilidi kırmaya gerek kalmadı. Avluya yaklaştığımda evden süratle Moriko çıktı, çıktı da, elimden tutup, ön taraftaki çamlara daldı:

—Yürü, çabuk, babam gelmeden!

Yüzüme ardıç dikenleri iğne gibi battı. Biz çamların sonundaki avuç içi kadar açık yerde durduk.

Güneş batmış, ama gün hala açık, deniz tarafından yumuşak hafif rüzgâr esiyordu. Moriko’nun yüzü biraz solmuş, o nefesi kesilmiş, yavaş yavaş nefes alıyordu.

—Biz bugün vedalaşalım!, dedi o.

—Ne oldu ki? Niye birdenbire vedalaşıyoruz? Ablan Çiko hani nerde?

—Çiko şimdi kumandanının yanına gidiyor. Bir dakikaya varır. Vedalaşmaya gidiyor! Moriko bir taraftan gözyaşlarını sile sile olanları anlatıyordu. Onun söylediğine göre general bütün olanlardan haberdar olmuş. “Ben kimim, falanca generalin kızları kendi babalarının gururunu yere serdi,  düşmanım olan subayları ile gezerlerse… bu nasıl bir rezillik, bunu yapacaklarına babalarını öldürsünler, ezsinler! –deyip bağırıp çağırmış. – Ben bu rezillikleri, utançlığı kaldıramam, ben rus subaylarının başkanına gidip, olan olayları söyleyeceğim, onu askeriyeden attıracağım. Ben biliyorum, onlar rus subaylarının Japon kızları ile münasebetini katiyen yasaklamışlar!“

General böyle söyleyip, bağırıp çağırıp, tam bugün ki gibi general üniformasını giymeye başlamıştı. O zaman Çiko da birden, -baba, eğer siz böyle yaparsanız, ben bugün akşam kendimi şu çama asarım! – diye feryad etmiş. Bundan sonra baba-kızları ile kucaklaşıp epey ağlaşıp, abla kardeş rus subayları ile bir daha görüşmemeye söz vermişler. Bu olaydan sonra general, Japon konsolosluğuna gidip, memleketlerine çabucak geri gitmek için ricada bulunmuş. Onlar sabahleyin tren ile Dalniy adı verilen büyük bir limana gideceklermiş. Limanda Japon askerlerini götürecek olan büyük gemiye binip, kendi memleketlerine, Japonya’ya gideceklermiş…

—Şimdi seninle vedalaşalım… Elveda diyelim!

Moriko böyle söyleyip, ciğerleri dolarak, kendini kucağıma attı, gözyaşları ile yıkanan nazik yüzünü yüzüme dayayıp:

—Öp! –diye yalvardı. İstediğin kadar öp beni! İlkinde galeta tadı gelen nazik dudakları gözyaşlarından tuzluydu. Ben de onun haline düşmeye başlamış, boğazım aniden boğuluyormuşum gibi oldu.

Moriko sarıldı:

—Sizde! Rusça değil, sizin dilinizde sevmeye, çok çok sevmeye ne diyorlar?- diye sordu o, hâlâ titriyordu!

—Canım denilir, sevgilim denilir. Moriko kendini çamların arasına attı. Orada onun ağlamasıyla aynı gözyaşına denk bir ses kulağıma geldi:

—Elveda, canım, sevgilim!- diye sesi geldi… …Galiba, Çiko gelmiş, binbaşı kendi evinde dokuma koltukta başında, dertlenmiş oturuyordu, önünde bir kavanoz alkol ile bir somun ekmek duruyordu. O benim girdiğimi sezip, bulanık gözlerini açtı.

—İşte böyle, arkadaşım!-dedi o bana biraz sarhoş bir halde. – Onlar sabah tan zamanı yola çıkacaklarmış. Sen şu pencere önündeki çiçeklerden iki demet çiçek buketi hazırla. Sabah trene gidip, uğurlarız.

—Nasıl olur ki, yoldaş binbaşı? Şimdi tanınmış bir subaysınız, karargâh başkanısınız.

Binbaşı sinirlenip yumruğunu masaya vurdu. Alkol koyulmuş şişe, bir somun ekmek kurbağalar gibi yukarı yukarı sıçrayıp yere düştü.

—Benim ne olduğum seni ne alakadar eder sersem? Git, emrimi yerine getir!

İstasyon uzak değil, evimiz ile onun arası olsa olsa, bir kilometreydi. Binbaşı beni uyandırdığında, etraf pusluydu. Anlaşılan Moriko’lar çoktan gitmişlerdi. Görünüşte, Japonları uğurlamak katiyen yasaklanmış olsa gerek, peronlar bomboştu. Ama vagonlar Port-Artur’u terk etmekte olan giden aileler ile dolu, çocukların bağırış çağırışları, kadınlar birbirleriyle kucaklaşıp ağlıyorlardı.

Moriko’lar buharlı lokomotif yakınındaki üçüncü ya da dördüncü vagona yerleşmişlerdi. General görünmüyordu, abla kardeş, anlaşılan bizimle vedalaşma ümidiyle pencere önünde dimdik dikiliyorlardı.

Bizi görüp ikisinin de, yüzünde sanki birden güneş açmış gibi aydınlanıp pencerenin camlarını indirdiler. Çiko, çiçek buketiyle yüzünü gizleyip, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Moriko ise… Moriko, çocuk değil mi, gözleri yaş doldu, gülümsüyordu. Biz birbirimize hep bir ağızdan bir şeyler söylemeye vakit bulamadık,  buharlı lokomotif acı acı bağırarak, önümüzden hareket etti.

Çiko hala ağlıyordu. Moriko gözyaşlarını silip el salladı.

—Sizde sevgililer birbirine ne diyor? diyordun. –küçük Moriko.

—Canım, sevgilim diyorlardı, Moriko.

—Canım! – dedi o. Elveda, elveda, elveda, canım!

Son vagon köşeyi dönerek kayboldu. Biz sessizce yürüyerek birden boşalan peron boyunca gittik.

Peronun sonuna vardığımızda, arkadan:

—Binbaşı! –diyen, kaba işitildi. Uzun boylu yarbay ile iki küçük subay hızla yakınlaşıyorlardı. Onlar yanımıza gelip, bizim etrafımızı sardı.

—Sen, asker, -dedi albay. – Birliğine dön. Binbaşının evine değil, birliğine, anladın mı? Siz ise, binbaşı (o yoldaş demedi ama binbaşı dedi), bizimle geliyorsunuz!

Binbaşı, alaycı kaz gibi:

—Evet, sizinle geliyorum! –diye şapkasını şakağına yasladı.

Yarbay kendi subayları ile binbaşını alıp bir yöne gitti. Ben birliğime değil, binbaşının evine döndüm. Binbaşı akşamüzeri hava karardığında geri döndü. Onun omzundaki apoletleri yok, kendi ise hafif keyifliydi.

—Şimdi kardeşim, -dedi o omzumdan kucaklayıp. –Sabah birliğine git, üçüncü tabur, dokuzuncu askeri birlikte görev yapacaksın. Ama ben tabur komutanını tembihledim: iyi çocuk, okuması yazması var, yazısı da güzel, dedim. Büyük ihtimalle tabur karargâhına alırlar!

—Ya siz? –dedim, -sizin kaderiniz ne olacak?

O saçlarını karıştırarak hüzünle gülümsedi.

—Benim kaderim! Ne dört yıl boyunca savaşta yaptığım görevlerim, överek söylediklerim, gösterdiğim kahramanca faaliyetlerim, ne Alman siperlerinin dikenli tellerini yarıp omzumda taşıdığım esirlerim… Bunların hiçbiri hesaba katılmadı! Beni askeriyeden attılar. Acaba: aşkım için mi attılar? – diye sinirle güldü. Şimdi ne yapacağım? Uzak Doğu’ya gideceğim. Herhangi bir ticaret gemisine bahriyeli olup işe girsem, gemi ocağına kömür atan ateşçi olarak çalışsam da, Japonya’ya gideceğim. Çiko’yu arayıp bulacağım. Belki o taraflarda ölürüm. Tamam, git uyu, ben çok yoruldum, kardeşim…

* * *

Biz Interkontinental[6] otelinin görkemli giriş salonunda buluştuk. Kalabalık nüfuslu, anlaşılan burası dışardan gelen birçok tüccarın iş meskenine dönmüş. Kalabalık olsa da, ben giriş salonuna adım attığım sırada ön tarafta dondurma yiyerek oturan kadına gözüm takıldı. Japonların yaşını bilmek zordur. Yaşlıları da bazen genç görünürler. Milyoner efendinin saçlarına hala ak düşmemiş, simsiyah parlıyor, kendi heybetli, ağır görünüyor,  burnuna altın kulplu gözlük takmış, üstünde pahalı siyah ceket. Kadın ise… kısa kesilen gri saçlarının ortasından, kuru alından arkaya taranmış bir tutamı kızıl renge boyandığı için mi yaşlanmış görünüyor, pudradan mahirane yararlansa gerek, yüzünde hiç de kırışıklık yok,  kusursuz, ama güldüğünde (bunu ben sonradan sezdim) dudaklarının kenarlarında görünür görünmez kırışıklıklar peyda oldu. Üstündeki giysileri de sıradan, ayağındaki topuklusu da düşük kaliteli, fakat sağ bileğindeki ve parmaklarında yakut gözlü kocaman yüzük ve bileklikler parlıyordu.

“Bu o Moriko mu yoksa başka bir güzel mi?”

Yaklaşırken kadın yerinden kalkıp, nazik bembeyaz elini uzattı. (Küçük Moriko’nun küçük avuçları.)

—Beyefendi siz misiniz?

Onaylamak için başımı eğdim.

—Buyurun, oturun, -dedi kadın.

Rusçayı düzgün konuşuyor, ama o eski tatlı telaffuzu idi.

Benim oturmamla milyoner beyefendi kadına bir şeyler söyleyip yerinden kalktı.

“Eşimin çok işi var, sizden özür diliyor.”, -dedi kadın.

Biz yalnız kaldık. Kadın henüz aklımdan çıkmayan dilber kıza bir benziyor, bir benzemiyordu… Onun hala diri, simsiyah gözleri eskiden olduğu gibi parlıyordu, ama gözbebeklerindeki altın zerrecikleri sönmüştü.

Sözümüz birleşmiyor,  yalnız ben değil, kadın da kendini müşkül hissediyordu. Ortaya çökmüş müşkül sessizliği bozmak için Çiko’yu sordum. Kadın iç çekti. Çiko geçen sene vefat etti. O başka kimseyle evlenmedi. General öleli ise 10–15 yıldan fazla oluyor. Ben binbaşını sordum, gelmedi mi, dedim, dediğimden utandım.

Kadın kaşlarını çatıp:

—Binbaşı? –diye sordu ve güldü. –Rus kaptan mı? İyi adamdı.

—Gelecekti, Çiko’yu arayıp bulacaktı.

Kadın hüzünle gülümsedi.

—Gençlik hayalleri!  Masal!

İçimden istemsizce: “Ne yapmaya gelip de ne yapıyorsunuz, pınar gibi berrak hatıralarımızı mahvedip?”- diye fikir geçti. Kadın güya benim düşüncelerimi sezmiş gibi derin nefes alıp, hüzünle gülümsedi. İşte o anda, birkaç dakika olsa da, ağır askerlik hayatımı ilginç bir nura çeviren küçük Moriko’ya pek çok benzedi, ama içimden, düşüncelerimden utandım. Kim bilir belki de bu kadın da o gençlik hatıraları sebebiyle beni görmeye gelmiştir? Belki o temiz, saf duygular kâh onun kalbine de girer.  Günahkârlar gibi baş eğip, karı-kocayı misafirliğe çağırdım. Moriko hanım, Japonlara has nezaketle teşekkürlerini bildirdi ve özür diledi. Karı-koca Semerkand’a, sonra Buhara’ya gideceklerini söyledi. Onlar geri döndükten sonra telefonlaşacaktık. Ama ne o telefon etti, ne de ben.

Sevimli yazarlarımızdan biri Çehov’un “Çocuklu Ev” adında güzel bir hikâyesi var. Onun kahramanı, eğer yanlış hatırlamıyorsam, genç bir talebe, yaz tatili zamanında uzaktaki akrabalarından birinin yazlığına misafir olmuş. Kardeşlerinin iki kızı olmuş. Büyüğü Vera çok güzel, ama evlenmemiş, bahtsız abla. İki genç birbirlerini sevmişler. Ama bahtsız abla, bahtlı kardeşine haset edip bir gece onu alıp ne tarafadır bilinmez, kaybolmuş.

Hikâye kahramanın “Nerdesin, Moriko” –denen nola[7]sı ile sonlandırıyor.

[1] Zafer Günü Özbekistan’da 9 Mayıs tarihini ifade eder.

[2] Rota: Bölük.

[3] Smerş: Rus askeri istihbarat teşkilatı.

[4] Maruşka: Rus kadınlarına verilen ad.

[5] Hohluşka: Ukraynalı kadınlara verilen ad.

[6] Interkontinental: Kıtalararası / Uluslararası.

[7] Nola: Hüzünlü ses.

YAZAR BİLGİSİ
Ayşe Yalçın
1995 yılında Ankara'da doğdu. Kastamonu Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Şu an Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği ve Türk dünyası metinleri üzerine tercüme çalışmaları yapmaktadır.
YORUMLAR

  1. Cansın dedi ki:

    Gerçekten harika bir hikâye