Cengiz Dağcı’yı Anlamak

09.05.2021
764
Cengiz Dağcı’yı Anlamak

Türk dünyasının tarihine ve edebiyatına yön veren üç Cengiz’i vardır. Birisi büyük bir imparatorluk kuran sınırları değiştiren, milyonlarca insanı yerinden eden, yurt kuran Cengiz Han; diğerleri eserleri yüz yetmişten fazla dile çevrilen Türk dünyasının yetiştirmiş olduğu en büyük yazarlardan biri olarak görülen bozkırın sesi Cengiz Aytmatov ve Kırım Türklerinin avazı, Tarihi realist romancılıkta zirve isim Cengiz Dağcı.

Cengiz Dağcı Gurzuf’ta sekiz çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası Emir Hüseyin Bey, annesi Fatma Hanım’dır. Ailesi 1923 yılında Gurzuf’tan Kızıltaş’a taşınır. Dağcı 10 yaşındayken, 1929 yılının sonuna doğru Stalin’in Kırım Türklerini ata topraklarından sürmesine tanık olur. Yurtlarından sebepsizce sürülen vatandaşlarının acılarına şahitlik etmek Dağcı’nın ruhunda derin izler bırakır. 1930 yılında başlayan kolhozlaştırma neticesinde insanların özel mülkiyet hakları ellerinden alınır. Eğitimine Akmescit’te devam eden Dağcı, 1933-1934 yılları arasındaki Kırım’da hüküm süren kıtlığı “bütün dehşetiyle yaşar” (Kocakaplan 2010: 29). Tüm yaşananların, kirli Rus siyasetinin şahidi olan yazar gördüklerini eserlerinde aktaracaktır.

I. Dünya Savaşı bütün Türk dünyası halkları gibi onun hayatında da dönüm noktasıdır. O da yaşıtları gibi askere çağrılır. 1940 Aralığının son haftasında Rus ordusuna katılan Cengiz Dağcı, Ağustos 1941’de Almanlara esir düşer. Binlerce kader arkadaşıyla birlikte önce Ukrayna’da Kirovograd, iki ay sonra da Uman esir kampına sevk edilir. “Susuzluk, açlık, yorgunluk, soğuk ve Alman askerlerinin kurşunları pek çok esiri bu yolculuk sırasında ölüme götürür” (Kocakaplan 2010: 31). Dağcı, bu deneyimlerini birçok romanında özellikle de Korkunç Yıllar romanının Sadık karakteri üzerinden anlatmıştır.

Nisan 1942’de kendisini Nazilerin Müslüman esirlerden cephede yararlanmak amacıyla oluşturdukları Türkistan Lejyonu’na katılır. Bu lejyondaki diğer Türk asıllı esirler gibi Cengiz Dağcı da Türkistan’ın bağımsızlığı için savaştığını zanneder. 1942 eylülünde Almanlardan izin alarak Kırım’a ailesini ziyarete gider. Bir hafta süren bu ziyaret sırasında ailesini de vatanını da son kez görmüş olur. Türkistan lejyonuna geri dönen Dağcı’nın birliği 1943 sonlarında Fransa’nın güneybatısına sevk edilir. Albi kasabasına vardıklarında Kırım’a dönmek istediğini beyan eder ve isteği kabul edilir. Albi’den Varşova’ya gelen Dağcı, Kırım yolu kapalı olduğu için Varşova’da beklemek zorunda kalır. 1944’te Varşova’da hayat arkadaşı Regina ile tanışır. Cengiz Dağcı ve Regina, Şubat 1945’te Viyana’ya giderler. Viyana’dan trenle İnsburg’a gitmeye çabalarken Amerikan uçaklarının saldırısına uğrarlar; Regina kolundan yaralanır. İsviçre’ye geçmek isterlerse de “Amerikalı askerler onları diğer mültecilerle birlikte” “Avusturya’daki Landeck mülteci kampına götürürler” Cengiz ve Regina 18 Haziran 1945’te bu kampta evlenirler; kızları Arzu Ursula doğar. Dağcı ailesi önce İtalya’daki Barlette Kampı’na sonra da İngiltere’ye hareket ederler. 1947 itibarıyla Londra’ya yerleşen Cengiz Dağcı lokantacılık yaparak hayatını kazanır. 1998 başında Regina, 22 Eylül 2011 tarihinde Cengiz Dağcı vefat etmiştir. (Kocakaplan 2010: 31-33).

Dağcı’nın hayatını Kırım’da yetiştiği ortam, sürgünle geçen uzun kaotik bir varoluş dönemi ve Londra’da kalemiyle sarıldığı yeniden doğuşu olarak üç düzlemde incelenebilir.

Kırım onun doğduğu topraklar, ata yurdu olarak eserlerinde hep bir hasretle terennüm ettiği aidiyet mekanıdır. İnsan kendi oluşunu mekânla kurduğu ontolojik bağla gerçekleştirebilir. Bu düzlemde “ruhumuz bir oturma yeridir. (Bachelard 2013: 36) ruhunun istirahat ettiği mekân onun ruhsal bütünlük sağladığı yerdir. Dağcı hayata veda ederken bile Kırım’ı dilinden düşürmemiştir. Birçok hatırasında doğduğu topraklara olan sevgisinden ve özleminden bahseden yazar Biz Beraber Geçtik Bu Yolu romanında da Kırım’a gömülme arzusundan söz eder: “masalımsı bir görünüm değil bu. Farkındayım, sen ihtiyarladın. Vücudun güçsüz. Görme yeteneğin zayıf. Bir kolunda ben, öbür kolunda Ramila, seni Salgır’ın kıyılarında gezdireceğiz; Çukurca’nın bahçeleri içinde, Kayabaşı kırlarında gezindireceğiz; pırıl pırıl bir taksiye bindirip Soğuksu’nun kıyılarına götüreceğiz seni; Ayı Dağı’nın gerisinden Gurzuf’un göğsüne yükselen güneşin ışıklarında ısınacak horlanıp ihtiyarlanmış vücudun.” (Dağcı 1996: 277).

Dağcı’nın sürgün yılları onun hayata tutunmaya çalıştığı ve Kırım halkının çileli kaderine şahitlik ettiği dönemleri içine alır. Deneyimlediği acı günler onun eserlerinin de iskeleti olacaktır. Dağcı ilk romanları olan Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam’ın bazı bölümlerini savaş yılları içerisinde yazar. 1950’li yıllarda Ömer Seyfettin’in hikayeleriyle tanışması onda yazma ateşini alevlendirir. Daha sonra Türkiye Türkçesiyle bu iki romanını yeniden yazar. Eseri yayımlamak için Varlık yayınevine gönderdiğinde ünlü şair Ziya Osman Saba düzeltmeler yapar. Başta Sadık Turan’ın Hatıraları adını taşıyan kitap ikiye bölünerek 1956-1957 yıllarında yayınlanır. Dağcı artık dil tercihini yapmış ve üslubunu bulmuştur. (Kocakaplan 2010: 74)

Dağcı, Korkunç Yıllar romanını basılmak üzere gönderdiği Yaşar Nabi Nayır’a yazdığı mektupta “Elhamdülillah Türk’üm, Müslümanım ve bu notlarımda yazdıklarımın hepsinin de hakikat olduğuna yemin ederim.” (Kocakaplan 2010: 65) sözleriyle inancını ve romanın birebir gerçek yaşamdan alındığını söyler. Onun romanlarını okurken bir tarih kitabının realitesinin yanısıra dramatize edilen hayatları, kurguyla gerçeğin nasıl yoğun bir şekilde iç içe geçtiğini gözlemlersiniz. Örneğin; Onlar da İnsandı romanında olaylar Yalta’ya bağlı Kızıltaş köyünde geçer. Köye henüz kolhoz kurulmamıştır, köylüler hayvanlarına topraklarına bakarak gününü geçirirken Rusların gelişiyle her şey değişir. Düzen düzensizliğe, huzur adaletsizliğe dönüşür. Köyde kolhoz kurulmuş, itiraz edenler sürülmüş ya da öldürülmüştür. Enver, Bekir, Seyd-Ali ve Çilingir bu işgale karşı direnirler, işkence görür veya öldürülürler. Onların kaderi diğer Kırım Türklerininki gibi acıdır. Tarihi kaynaklara bakıldığında da bu olayların bizzat yaşandığı görülecektir. 

Dağcı’nın Londra yılları onun yeniden doğuşu olarak adlandırılabilir. Lokantacılık yaparak hayatını kazanan yazar burada Rus rejiminin korkusu olmadan rahatça eserlerini kaleme almıştır. Bu yıllar aynı zamanda yazarın içsel hesaplaşmaya girdiği, belleğinin tozlu raflarından deneyimlerini kâğıda döktüğü anlarla doludur. “Kolhozda çalışan babasının, eskiden kendisinin olan bağdaki asma yapraklarını öptüğü ve ağladığı için tutuklanışı… 1940 yılının aralığında, Akmesçit istasyonunda kendisini askere uğurlayan annesinin beyaz baş örtüsünün uçları ile gözyaşlarını siler vaziyette donmuş hayali… Çocukken beraber oynadıkları, ölmüş serçeleri toprağa gömdükleri Halide… Gençlik aşkı…” (Kocakaplan 2010: 54) Dağcı bu anları ve daha birçok yaşanmışlığını eserlerinde ölümsüzleştirmiştir.

Onun rahat bir ortamda eserlerini yazmasında ruh eşi 53 yıllık aşkı Polonyalı Regina’nın payı büyüktür. Yansılar 4’te ondan şöyle bahseder. “Regina annem gibi: Üşümesin, soğuklanmasın diye titrer dururdu üzerimde annem. Regina sevgil gibi: Beni üzgün gördüğünde yüzümü, saçlarımı okşardı Sevgil. Regina Anneme Mektuplar’daki Halide gibi: Ölü serçeleri, ölü böcekleri kibrit kutuları içine yatırıp bağın kenarına gömerdi.” (Dağcı 1993: 136) Şimdiki yarım sevdalara bir mesaj niteliğinde olan Regina’ya olan aşkından ve aralarındaki saygı, sevgi bağından birçok hatırasında ve eserinde bahseder.

Örneğin herkesin daha çok tarihi romanlarıyla tanıdığı Dağcı Londra’da aşk izleği etrafında yazdığı öykü üçlemesiyle de başarılı olmuştur. Bu öykü üçlemesi povesti andırdığı için araştırmacılarla daha çok roman sınıfında değerlendirilmiştir. Bay Markus Burton’un Köpeği (1998), Bay John Marple’in Son Yolculuğu (1998), Oy, Markus, Oy (2000) olay örgüsü bakımından birbirinin devamı olan bu üçlemede yazar “Karım Regina”ya notunu düşer. İlk öyküsü Bay Markus Burton’un Köpeği (1998)’ni yazdığında öyküyü okuyan ilk redaktörü Regina öyküyü oldukça beğenmiştir. Ancak öyküleri tamamlayamadan çok sevdiği Regina’sını kaybetmiştir. Dağcı, “Oy, Markus, Oy!” öyküsünün önsözünde bu durumu şöyle dile getirir; “Bay Markus Burton’un Köpeği” ve “Bay John Marple’ın Son Yolculuğu” eşim Regina hayattayken yazıldılar. Öyküler üzerine çalışırken başımı her kaldırdığımda yazı masamın yanına atılı koltukta görüyordum onu” (Dağcı 2000: 5).  Notunu düşen Dağcı, Regina’nın gidişiyle hayat ışığını da kaybetmiştir.

Dağcı’yı anlamak eserini okumak ve anlamlandırmak ile mümkündür. Şiirleri ile başladığı yazı hayatında şiirleri roman, hikâye ve hatıraları kadar ilgi çekici olmamıştır. Kendisi de bu durumu Yansılar I’de dile getirir; “O güne değin yazıp dergi sayfalarında yayımladığım şiirlerim kadar boş, gereksiz, saçma bir şey olamazdı dünyada.” (Dağcı 1988: 239) O, kendini özellikle romanda bulmuş yaşadığı acı hatıraları romanlarında ete kemiğe bürünen karakterleriyle anlatma yolunu seçmiştir. Yayınladığı eserleri kronolojik olarak şu şekildedir;

Romanları; Korkunç Yıllar (1956), Yurdunu Kaybeden Adam (1957) Onlar da İnsandı (1958), Ölüm ve Korku Günleri (1962), O Topraklar Bizimdi (1966) Dönüş (1968) Genç Temuçin (1969), Badem Dalına Asılı Bebekler (1970), Üşüyen Sokak (1972), Anneme Mektuplar (1988), Benim Gibi Biri (1988), Yoldaşlar (1991), Biz Beraber Geçtik Bu Yolu (1996), Bay Markus Burton’un Köpeği (1998), Bay John Marple’in Son Yolculuğu (1998), Oy, Markus, Oy (2000), Rüyalarda: Ana ve Küçük Alimcan (2001); Hatıra ve Günlükleri Halûk’un Defterinden ve Londra Mektupları (1996), Yansılar 1 (1988), Yansılar 2 (1990), Yansılar 3 (1991), Yansılar 4 (1993), Ben ve İçimdeki Ben (Yansılar’dan Kalanlar) (1994), Hatıralarda Cengiz Dağcı (1998), Regina (2000), İhtiyar Savaşçı (2005) olarak verilebilir. (Kocakaplan 2019: 74)

Dağcı, zamanının trajedisinin canlı şahidi olarak kalemiyle Kırım Türklerinin sürgün yıllarında yaşadığı kırgının sesi olmuştur. Rus zulmünü tüm çıplaklığıyla anlatarak I. Dünya savaşının yaktığı yıktığı kana bulanan coğrafyanın resmini çekmiş okuru o atmosfere çekmeyi başarmıştır. Türkçe yazdığı eserleriyle belki Rusça eserlerini yazan Aytmatov kadar evrensel olamamıştır. Zaten Dağcı’nın kaygısı evrensellikten ziyade mikro düzlemde Kırım Türklerinin makro düzlemde Türk halklarının ve insanların yaşadığı emperyalizmin kana susamış halini görünür kılmaktır. Bu minvalde denilebilir ki Dağcı’yı okumak ve anlamak; tarihten ders almak, Türklük şuuruna, Türk kimliğine sahip çıkmak ve her türlü emperyalist saldırıya karşı uyanık kalmaktır.

Kaynakça

Kocakaplan, İsa (2010). Kırım’ın Ebedî Sesi Cengiz Dağcı.  Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul.

Kocakaplan, İsa (2019). Cengiz Dağcı’nın Dört Romanı. Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul

Bachelard, Gaston (2013). Mekânın Poetikası, (Çev. Alp Tümertekin), İthaki Yayınları, İstanbul,

Şahin, İbrahim: (1996). Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri, Ankara, Kültür Bakanlığı Yay.

Dağcı, Cengiz (1988). Yansılar I, İstanbul.

Dağcı, Cengiz (1993). Yansılar 4, İstanbul.

Dağcı, Cengiz. (2000). Oy, Markus, Oy!, Ötüken Neşriyat, İstanbul.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.