Habil Dağı
-1-
Kamışlı köyünden kalkıp vilayet merkezine doğru giden otobüs, üç saat kadar camıyla kalabalığı arasında sarstıktan sonra, beni peşinen ineceğimi telkin ettiğim hükümet binasının karşısında bıraktı.
İki şeritli yolda, mütemadiyen akan bir avuç şehirliyi aşmaya takatim de kalmadı. Valizimi uzun bir taşın üstüne yasladım. Elimde tuttuğum kağıtlar sarsıntının etkisiyle buruştu, terleyen avuç içime değen bir yığın insan soluğuyla da fırınlık bir ekmek hamuruna dönüştü. Rüzgârlı havada birkaç kez salladıktan sonra, katlayıp ceketimin iç cebine koydum. Kağıtlara değdikçe şiddetlenen rüzgâr beni de salladı, birkaç gram daha tombullaşan valizimi yola devirdi. Yeltenmeye çalışmadım, bitkindim. Belki de kaldırmak istemedim. Leş kollayan aç bir çakal gibi onun devrildiği boşluğa oturdum. Sonra zaferleri unutmuş ruhumda, bunu başarmış olmakla sinsi bir mutluluk da duydum. Otururken, düşünüyor olmakla utandığım her şeyi, zihnimin acizliğine verip, düşünmeye devam ettim. Dirseklerimi dizlerimin üstüne dayayarak, yüzümü kollarımın yumuşak dokusuna yatırdım.
Bin bir farklı kafayı tek bir yöne doğru götüren otobüs, bizi öyle sallamış, yekvücut etmişti ki, yola indiğimden beridir, geriye kalan onca insanı vücudumun eksik parçalarıymış gibi, üzerime dokunup yoklayarak aradım. Sonra kendimi tekrar, kolumun dokusundaki karanlığa bıraktım. Küçüklüğümden beri en sevdiğim karanlığı izledim. Sanırdım ki bu kumaşımsı karanlıkta gözlerimi açınca, herkesin bahsettiği ama göremediği perileri, melekleri, cinleri, o cam gözlü devleri ve onların yaldızlı gecede, asude bir raks içinde çarpan nadide gözlüklerini, hepsini ama hepsini! Perde kapansa düş bitmez bir temsili izler gibi görürüm…
Daha şurada, gözlerimin önünde, boşluğun renksiz deryasında, “oltasızlık için yüzen” balıklar misali uçuşan, bu kristale benzer şeyler, ışık yansımaları yahut kan hücreleri falan değil, bir tek bana görünen, benim bildiğim bir sır… Ve yine sanırdım ki, ne zaman başım dara düşse, yüreğim yaşamama yetmese o kristale benzer şeyler beni kurtaracak.
Valizim, rüzgâr ve ben, gün ışığı altında, iki sıska kolun yarattığı suni bir karanlık içinde uzak ve mümkünsüz alemlerde gezindik. Bu sarhoşluk birkaç dakika kadar sürdü. Sonra ta! Tanrının unuttuğu köyden beni, Allah’ın unutulduğu şehre getiren o can sıkıcı mevzuu hatırladım. Keyfim kaçtı, işimin uzunluğu boyumu aştı, bir bitkinlik aldı beni yürüdü. Bense yerimden doğrulamadım. Bütün pespayeliğime şahit olan o kristal hayaletler de beni kurtaramadı. Gözümde büyüttüğüm her şey gibi, onları gözden yine ben düşürdüm. Bir hışımla kaldırdım kendimi, kalabalığı yardım, yolun karşısına yürüdüm.
<<Düzlüklerden hırıltılı traktör sesleri geliyordu>>
Karşıda, kaldırımın kıyısında, yelkenlerini rüzgâra salmış tüplü Kavak ağaçları, traktör hırıltısının ritminde asfalta yürüyordu. Hiç kimsenin hiçbir şeyi bilmediği bu yerde, her ağacın bir yoldan alacaklı olduğunu biliyordu. Tıpkı büyüyünce şehrin yolunu tutmuş ağabeyim ve onun gibiler gibi. Onunla ilgili hatırladığım tek şey, karın köy yolunu sütle doldurulmuş upuzun bir küvete çevirdiği günlerden kalma, soğuk ve kahverengi bir anı. Şimdi durup dururken, yolun karşısında başlayıp kavakların saçlarında biten bu rüzgâr, 1994 sabahı, Kamışlı İlkokulu’nun bahçesinde, adını bile hatırlamadığım o uzun, cevval adamın bir eliyle elimi tutarken, diğer elinden uçurup defterini, Kamışlı’nın o inatçı karlarında yıkayan rüzgâr mı? Bu elimde tuttuğum valiz ağabeyimin elleri, rüzgârda savrulurken katlayıp iç cebime koyduğum kağıtlar, onun defteri mi?
İrkildim. Aklımın kalbimde kalan yanı; “zaman böyle oyunlar oynar” dedi. Tanrının akışa sıkıştırdığı birkaç tuhaf şakaymış bunlar. Adını bile hatırlayamadığın insanı, bazen bir rüzgâr, onunla geçen bir andan alır, keder siyahı yahut neşe pembesi bir leke gibi ansızın yakana yapıştırırmış.
<<Düzlüklerde hırıltılı traktör sesleri varmış>>
Bilmiyorum. Şimdi burada, sanki bu yirmi yıl öncesinin kışında, her şey uhrevi ve akıl almaz bir biçimde mümkündü. Birazdan yürüyecek, şu yüzünün yarısı koparılmış billboarddaki kadının yanında durup, düşünmemek için sürekli gitmekle meşgul edilmiş yorgun bir kalabalık arasında, elimi durağın boş bir demirine yaslayıp, asla bitmeyecek bir sigara yakacak, sonra beni en azından bir sonraki durağa kadar gerçeğimden uzaklaştıracak olan o otobüs kornasını bekleyecektim. Öyle de ettim.
Bir elimi hızlıca pantolonumun cebine attım. Diğer tekiyle valizimi kavrayıp cadde boyunca yürüdüm. Genelde insan, yapacağı tahmin edilen şeyleri yapmak konusunda zihniyle inatlaşır durur. Hep bir farklılık yaratmak ister. Ama ben, son üç yıldır kimseyle dövüşmediğim gibi, zihnimle de münakaşa etmedim. Neyin olması mümkün görüldüyse o mümkünlük içinde yaşayıp durdum. Nota eklemedim, karakaleme renk çalmadım. Yürüdüm ve zihnimin ya da adına kader denilen o gizil gücün hükmünde, tam düşünüldüğü gibi, rolüme rol katmadan, o durağın önünde durdum. Ardımdan paltomdaki rüzgâr da durdu. Düzlükte ki hırıltılar da dindi.
………………………………………………………………………………………..