Maksim Gorki Akıl Hastanesi

21.12.2023
411
Maksim Gorki Akıl Hastanesi

“Gerçek dünyada insanî değerlerin yitimine katlanamayanlar “deli” kabul edilirken insanî köklerinden kopmuş olanlar “normal” olarak onay bulur.”

Arno Gruen

Kışın bitiminde, toprakta karın kalmadığı ve hastane bahçesinde kır kırlangıçlarının öttüğü mart akşamlarından birinde doktor, dostu istihbarat şefini kapıya kadar geçirmek için dışarı çıkmıştı. Bu sırada mendilden yaptığı kumbarasıyla Çinli Minghao avluya girmek üzereydi. Başında şapkası yoktu, çıplak ayaklarına küçük lastik galoşlarını geçirmişti ve elinde harçlıklarını sıkıştırdığı küçük gazete bültenleri vardı. Soğuktan titreyerek ve gülümseyerek doktora:

-Bir ruble versene! –dedi.

Reddetmeyi hiçbir zaman beceremeyen Alexander Kochenkov ona on ruble verdi. Adamın çıplak ayaklarının ince, kızarmış bileklerine bakarak “Islak yerlerde böyle dolaşması hiç iyi değil,” diye düşündü.

Hem acıma hem de tiksinmeye benzer duyguyla Çinlinin ardından binaya girdi. Yürürken adamın bir kel başına bir ayak bileklerine bakıyordu. Binaya girmekte olan doktoru gören Toktobay ıvır zıvır yığınının içinden zıplayarak esas duruşa geçti. Alexander Kochenkov yumuşak bir sesle:

-Merhaba Toktobay, -dedi. –Bu Çinliye bir çift çizme vermeli, yoksa üşütecek.

-Elbette, sayın doktor. Durumu idare amirine ileteceğim.

-Lütfen. Benim adıma iste. Benim rica ettiğimi söyle. Antre koğuşa girilen kapı açıktı. Yatağında dirseğine dayanmış uzanmakta olan Botir Abdullayev endişe içerisinde dışarıdan gelen yabancı sese kulak kabarttı ve birdenbire doktorun sesini tanıdı. Bütünüyle öfkeden titreyerek yerinden fırladı; kıpkırmızı, sinirli bir yüzle, gözleri yuvalarından fırlamış bir halde koğuşun ortasına doğru koştu ve bir kahkaha atarak bağırdı:

-Doktor gelmiş! Sonunda geldi! Tebrik ederim baylar, doktor ziyaretiyle bizi şereflendirdi! Lanet sürüngen seni!

Botir Abdullayev daha önce koğuşta hiç görülmemiş bir taşkınlıkla ayaklarını yere vurarak bağırıyordu:

-Öldürmek gerek bu sürüngeni! Hayır, öldürmek yetmez! Pislik çukurunda boğmalı!

Bunu duyan Alexander Kochenkov koğuşun içine doğru baktı ve yumuşak bir sesle sordu:

-Neden?

Botir Abdullayev kasılarak sabahlığına sarındı ve tehditkâr bir tavırla doktora doğru yaklaştı.

-Neden mi? – diye haykırdı.

Tiksintiyle ve tükürmek istermişçesine dudaklarını büzerek saydırmayı sürdürdü:

-Neden mi? Hırsız! Şarlatan! Cellat!

Alexander Kochenkov gülümseyerek suçlu suçlu:

-Sakin olun, -dedi. –Sizi temin ederim ki bugüne kadar hiçbir şey çalmadım, diğer söylediklerinizi de oldukça abartıyorsunuz. Bana kızgın olduğunuzu görebiliyorum. Sizden rica ediyorum, mümkünse, lütfen sakin olun ve soğukkanlı bir şekilde neden bana sinirlendiğinizi söyleyin.

-Beni neden burada tutuyorsunuz?

-Hasta olduğunuz için.

-Evet hastayım. Ancak siz de biliyorsunuz ki onlarca, hatta yüzlerce deli özgürce dışarıda dolaşıyor, çünkü cehaletiniz yüzünden onları sağlıklı olarak ayırt edemiyorsunuz. Neden ben ve bu zavallı insanlar, dışarıda dolaşanların yerine burada günah keçisi gibi oturmak zorunda? Siz, sağlık memuru, idare amiri ve bütün hastane güruhunuz; ahlaki bakımdan hepimizden ölçülemeyecek derece aşağı konumdasınız. Neden burada oturan siz değilsiniz de biziz? Mantık bunun neresinde?

-Konunun ahlaki yönle ya da mantıkla alakası yok. Her şey tesadüften ibaret. İçeri kapatılanlar oturuyor, kapatılmayanlar ise dışarıda dolaşıyor. Hepsi bu kadar. Benim doktor olmamda sizin akıl hastası olmanızda ne ahlak ne mantık arayabilirsiniz. Bu sadece boş bir tesadüften ibaret.

Botir Abdullayev boğuk bir sesle:

            -Bu saçmalığı anlamıyorum…-diye söylendi ve yatağına oturdu.

            Toktobay’ın, doktorun yanında üstünü aramaktan çekinmediği Allahberdi, yatağının üzerine ekmek, kâğıt parçaları ve küçük kemikler dizmişti. Halen soğuktan tir tir titreyerek hızlı ve melodik bir sesle Farsça bir şeyler söylüyordu. Muhtemelen küçük bir dükkân açtığını hayal ediyordu.

            Botir Abdullayev titreyen bir sesle:

            -Bırakın beni, -dedi.

            -Bırakamam.

            -Neden bırakamazmışsınız? Neden?

            -Çünkü bu benim elimde değil. Sizi salıverirsem bunun size ne gibi bir faydası olacak bir düşünün. Haydi gidin. Dışarıda vatandaşlar ya da polis sizi alıkoyup tekrar buraya getirecek:

            Botir Abdullayev:

            -Evet evet, haklısınız…-diyerek alnını ovaladı. –Korkunç bir durum bu! Peki ne yapabilirim? Ne?

            Botir Abdullayev’ in sesi ve buruşturduğu gencecik, zeki yüzü Alexander Kochenkov ’un hoşuna gitmişti. Genç adama sevgi göstermek, onu yatıştırmak istiyordu. Yatakta adamın yanına oturdu, biraz düşündü ve kulağına eğilip kısık bir sesle şöyle dedi:

-Buradan çıkacağız Botir! Bundan hiç şüphen olmasın. Ama buradan çıkıp gitmek şu kalın sürgüyü kaldırmak, bu uzun direkleri aşmak sanıyorsan, bunu hemen şimdi, şu an yapabiliriz. Semerkant’ta doludizgin iki uzun gece geçirir, geçen beş yılda yapamadığımız her şeyi bıkana kadar yapabiliriz. Sonra sen gençliğinin baharındayken bıraktığın orta yaşlı sevgilinin kollarında, ben ise kundakta bırakıp geldiğim oğlumu okul yollarında izlerken uyuya kalabilir ve yakalanabiliriz. Ama bu kısa süreli bir özgürlük olur dostum. Neden cennette ev sahibi olmak dururken, misafir olmakla yetinelim? Buna inan dostum ve ümitsiz olma. Sonsuz bir özgürlük mümkün, bunun yolunu da biliyorum. Sen ve diğerleri… Bütün deliler… Deliliğin şanına yakışır şekilde akıllanırsak, tek bir vücut olup plana sadık kalırsak çıkabiliriz. Ayağa kalktı ve tekrar elini sıkarak:

-Göreceksin Botir, dedi.  Çok hızlı ve kolay olacak!

Alexander Kochenkov imalı bir tebessümle sırtını döndü ve koridorun diğer yönündeki kalabalığa doğru ilerlemeye devam etti. Tokalaşırken Botir’ın avucuna gizlice bir not bırakmıştı. Botir bir yandan bu kötü yazılmış notu okumaya çalışıyor, bir yandan da doktorun söyledikleri hakkında düşünüyordu. Birden:

-Ama nasıl olabilir? dedi kendi kendine. Doktor evli bile değil. Üstelik her gün mesai bitiminde hastaneden çıkıp, özgür insanlar gibi evine gidiyor. Çocuğunu beş yıldır göremiyor olması imkânsız. Üstelik o da benim gibi Almatı’da yaşadığını söylemişti. Neden özgürlüğe kavuştuğumuz saatleri Almatı yerine Semerkant’ta ziyan edelim ki? Daha doğrusu zaten özgür olan doktor neden iki günlük bir özgürlüğe kendini tutsak etsin?

Düşünceler zihninde akıp giderken, notun yazılı olduğu kâğıdı yastığıyla siper ediyor, yatağına sabitleyerek kırışık yerlerini düzeltmeye çalışıyordu. Bir müddet sonra bu eğri büğrü harfleri birleştirdi ve hecelemeye başladı:

Ge-ce ya-rı-sı    es-ki    ye-mek-ha-ne-de    bu-lu-şa-lım     yüz-o-tuz-dört…

Yazının altında bir de italik şekilde yazılmış “W” harfi bulunuyordu. Yazıyı birkaç defa daha okudu. Yanıp sönen kontrol ışığı soluk sarı yansımasını penceresine vurdukça bunların iç içe geçmiş V harfleri olduğunu anladı. Gözlüğünü takıp iyice yaklaşınca da tamamıyla ikna oldu.  Yazının sağ alt kısmına iliştirilmiş harfler aceleyle karalanmış bir imzayı andırıyordu. “V” ve “V” diye düşündü Botir. Bir isim ve soy isim olmalı. Ama kim? Kafasını sırtı kapıya gelecek şekilde duvara doğru döndü. İsimleri ve yüzleri düşündü. O bezgin kontrol ışığının altında doktor elbisesiyle yanına gelenin Alexander Kochenkov olmadığına emindi artık. Duvara attığı çentikler de 25 Aralık’ı gösteriyordu. “Bugün Noel’di diye düşündü, doktor izinliydi. Hemşireler, memurlar hatta güvenlikler bile… Bir tek kapı bekçisi nöbetçiydi. O da kameralar ve uyarı sistemiyle denetlendiğinden görev yerini terk edemezdi. Öyleyse geriye pek seçenek kalmıyor dedi. Avucuna bu notu sıkıştırıp ona özgürlük vaat eden ses kendisi gibi bir tutsağa ya da doktorun tabiriyle “hastaya” ait olmalıydı. 

Bir yandan isimleri düşünürken, bir yandan da kulağına fısıldanan sözleri hatırlamaya çalışıyordu:

-Semerkant’ta doludizgin iki gece…. Kundakta bırakılıp gelinen oğlan çocuğu….

-V …. V…?

Birden “buldum!” diye yatağından sıçradı. Sessizliğe gömülü koğuştan homurtular geliyordu. Hiç kimse ayaklanmadan sıçradığı yere usulca geri döndü. Semerkant detayı, oğlan çocuğu ve sevgilisiyle ilgili detaylar “V ve V” harfleriyle birleşince tek bir kişiyi işaret ediyordu: Vidadi Volkova!

Vidadi Volkova’yı tanımayan yoktu. Doktorlar, hemşireler, temizlik görevlileri, levazımatçılar, emekli personeller hatta ümit kesilen demans hastaları bile… Yediden yetmişe herkes onunla ilgili doğrudan veya dolaylı bir hikâyeye sahipti.  Hiç karşılaşmamış olanlar dahi onunla ilgili rivayetleri orada bulunmuş veya Vidadi onlara anlatmış gibi iştahla anlatıyorlardı.

Bütün hastane onun geçmişine, karanlık tarafına dair bilgi kırıntılarıyla, efsanelerle doluydu ve tanıdıkları kadar ondan çekiniyorlardı da. Çünkü o, koridorda, koğuş içinde, hastane bahçesinde veya yemekhanede ne zaman bir topluluk görse hemen yanlarına gidiyor, nutuklar atmaya başlıyor ve özgür olabileceklerini söylüyordu. Bunu yaparken o kadar köpürüyor ve kendinden geçiyordu ki zamanla bütün hastalar onun buranın en büyük delisi olduğunu düşünmeye başladı. Hastane yönetimi de bütün bu gelişmeler ışığında onu daha önce kimseye bahşedilmeyen “kırmızı tedbire” layık gördüler.

Şimdi saatler gece yarısına yaklaşırken, Botir Abdullayev, bir yandan elindeki not kağıdına bakıyor bir yandan da Vidadi Volkova’yı zihninin mahkemesinde yargılıyordu. Ona güvenebilir miydi? Emin değildi. Bir kulağıyla koridordaki ayak seslerini dinliyor bir yandan da bu şanlı delinin gecenin bir yarısı onu yatağından kaldırıp eski yemekhaneye götürecek cesarete değip değmeyeceğini düşünüyordu.

Bir müddet sonra koğuşta hareketlenmeler başladı. Gürültü yapmak istemeyen hastalar parmak uçlarında yürüyerek koridora akın etmeye başladılar. Botir Abdullayev yalnız olmadığını anladı. Vidadi Volkova, o yarı aydınlık saatlerde doktor kıyafetiyle bütün koğuşları tek tek dolaşmış ve bu kötü yazılmış notlardan bütün tutsaklara dağıtmıştı. Kalabalığı görünce “Sahiden de büyük deliymiş!” diye geçirdi içinden ama kaybedecek bir şeyi olmadığından yatağında hızlıca doğruldu ve ufak adımlarla parmak ucunda ilerleyen sürüye katıldı.

Şizofreni, depresif bozukluk, bipolar, anksiyete gibi çeşitli tanılarla gözlem altına alınan her yaş grubundan, her cinsiyetten bir grup insan binanın en alt katındaki eski yemekhanenin önünde toplandılar. İsmi okunan hızlıca içeriye giriyor, elindeki kâğıda ve koltukların üzerindeki numaralara bakarak yerini bulmaya çalışıyordu. Botir Abdullayev, bu manzarayla karşılaşınca notun sonunda yazan “yüz otuz dört” sayısının koltuk numarası olduğunu anladı. İsmi okunur okunmaz içeri girdi, koltuğunu herkesten önce buldu ve oturdu. Kuyruktayken numaraların kronolojik bir sırayla gittiğini ve her bir sırada 15 koltuk olduğunu görmüştü. Bu hesaba göre dokuzuncu sıranın sondan bir önceki koltuğu onun için ayrılmıştı, bulması zor olmadı.

Herkes kendisine ayrılan yerlere oturunca, Vidadi Volkova yemek masalarını birleştirerek oluşturduğu yüksek kürsüsüne çıktı. Elinde ince bir çubuk taşıyordu. Tek tük işitilen çatlak sesleri susturmak için masaya üç kez vurdu. Üçüncüden sonra gürültü giderek azaldı, homurtular yerini meraklı bir sessizliğe bıraktı. Yeterli dikkati topladığını düşününce, derin bir nefes aldı ve gür bir sesle:

– Kıymetli Dostlarım! Dedi. Gözlerinin içi parlıyordu. Biliyorum uzun zamandır özgür olacağımız, bu deli gömleğinden kurtulacağımız günü bekliyorsunuz. Dışarıda yüz binlerce deli elini koluna sallayarak dolaşırken, cehaletlerinden ve ahlak şövalyeliği kisvesi altındaki ahlaksızlıklarından bizi buraya toplayanlara nefret besliyorsunuz. Onlarla yüzleşmek, ne kadar akıllı ve dürüst olduğunuzu, yanıldıklarını göstermek istiyorsunuz. Ailelerinize kavuşmak ve özgürce yaşamak istiyorsunuz!

-Kardeşlerim! O beklediğimiz kutlu gün yarın olabilir. Eğer plana sadık kalırsanız ve harfiyen uygularsanız buradan kurtulabilir ve yarın akşam yemeğini sevdiklerimizle birlikte yiyebiliriz!

Salonda birden homurtular yükseldi. Herkes yakınındakiyle konuşuyor, bunun ne kadar mümkün olup olmayacağını tartışıyordu. İçlerinden biri:

-Plana ne gerek var be deli adam! Dedi. Şu salondaki kalabalığa bak. Hep birlikte üzerine çullanırsak o gariban bekçi bize ne yapabilir?

İçlerinden bir grup bu sözleri onaylarcasına katıla katıla güldüler ve bekçiyi alt edip kaçma planını uygulamak için yemekhaneden ayrıldılar. Bu sırada Botir Abdullayev kalabalık arasında görüş ayrılıklarının başladığını görünce Vidadi’nin kulağına fısıldadığı sözleri hatırladı ve ona destek çıkmak adına söz aldı:

-Lütfen burayı dinleyin Aptallar! Buradan çıkıp gitmek şu kalın sürgüyü kaldırmak, bu uzun direkleri aşmak mı sanıyorsunuz, eğer öyleyse bunu hemen şimdi, şu an yapabiliriz. Semerkant’ta doludizgin iki uzun gece geçirir, geçen beş yılda yapamadığımız her şeyi bıkana kadar yapabiliriz. Sonra siz gençliğinizin baharındayken bıraktığınız orta yaşlı sevgilinizin kollarında, ben ise kundakta bırakıp geldiğim oğlumu okul yollarında izlerken uyuya kalabilir ve yakalanabiliriz. Ama bu kısa süreli bir özgürlük olur aptallar. Neden cennette ev sahibi olmak dururken, misafir olmakla yetinelim?

Vidadi Volkova kendi sözlerini duyunca, Botir Abdullayev’i hayranlıkla dinledi. Konuşması bitince gururlu bir tebessümle göğsünü gere gere başını salladı, söylediklerini tasdik edercesine onu onayladı. Botir’in sözleri hâlâ kararsız olanları planı dinlemek için ikna etmeye yetmişti. Söylediklerini mantıklı bulanlar ateşli sloganlar atıp onu alkışladılar. İlk defa kendisiyle gurur duyuyor ve kendini hareketin bir parçası olarak hissediyordu.

Kalabalığın büyük bir bölümünün salonda kaldığına emin olan Vidadi, planı anlatmak için kürsünün ön bölümüne geldi. Hemen kapının ağzında beklemekte olan takım elbiseli üç adamı kürsüye çağırdı. Parmağını en soldakine doğru uzatarak söze girdi:

-Bu gördüğünüz yiğit adam yarının kahramanlarından Pavlo Nikolay! O, Moskova’nın en prestijli televizyonlarından birinde haber müdürü.

Hiç ara vermeden orta sıradaki takım elbiseliyi göstererek:

-Ve bu gördüğünüz yiğit adam yarının kahramanlarından Otabek Cumabay! O, ülkenin en tirajlı gazetelerinden birinde köşe yazarı.

Kalabalıkta giderek mırıldanmalar, söylenmeler başlıyordu. Lafı çok uzatmadan parmağını sağ taraftakine uzattı:

-Ve bu gördüğünüz yiğit adam ise yarının kahramanlarından Mishenka Markov! O, halihazırda bulunduğumuz bölgenin yöneticisi ve emekli, saygın bir bürokrat.

Salondaki bütün hastalar, kürsüdeki üç takım elbiseli adama bakarak yorumlar yapıyor, bu adamların planla olan ilgisini çözmeye çalışıyordu. Meraklı gözleri seyreden Volkova hiç ara vermeden devam etti:

-Kardeşlerim! Takdir edersiniz ki bu siyahla beyazın birbirine karıştığı çağda bütün renkler gri olmaya mahkûm edilmiştir. Bütün duygular ve sıfatlar algıya yenilmiştir. Akıllılar ve deliler, iyiler ve kötüler, haklılar ve haksızlar, zenginler ve fakirler, olduklarından bağımsız olarak algılandıkları yeni bir kavramın parçası haline geldiler. İyilik ve kötülük, akıllılık ve delilik güçlü bir algının tarafına göre değişebilir olmuştur.

-İşte kardeşlerim! Bu gördüğünüz üç yiğit adam bizi bu delilikten kurtaracak güce sahipler! Medyaya ve unvanın getirdiği güvenilirliğe…

Bilimden bahsediyordu, stratejiler belirliyor, felsefi sözler ediyordu ama hiç kimse Volkova’nın söylediklerinden bir şey anlamadı. Yine de iyi şeylerden bahsettiğini, niyetinin güzel olduğunu düşündüler ve onu dinleme nezaketini sürdürdüler.

-Kardeşlerim! Kaybedecek bir dakikamız bile yok. Hemen yan taraftaki kütüphanede bir ofis oluşturduk. Burada laboratuvar ünitesi, kitaplıklar ve geniş bir toplantı masası var. Burada Bay Nikolay size fotoğraflar çekecek, videolar hazırlayacak. Bay Cumabay en akıllılarınızla röportajlar yapacak, özgeçmişlerinizi not edecek. Lütfen onlara yardımcı olun! Akşam yemeğini sevdiklerimizle yiyeceğiz!

Volkova’nın çoşkulu konuşmasının ardından on beşerli gruplar halinde kütüphaneye geçildi. Birtakım fotoğraflar çekildi, videolar düzenlendi ve önceden seçilmiş kişilerle röportajlar yapıldı.

Botir Abdullayev, ilk başta anlam verememiş olsa da numara sisteminin önceden belirlenen kişileri bulmak için tercih edildiğini anladı. Yüz otuz dört numaradaki payına Çarlık Dönemi Edebiyatı’yla ilgili röportaj düşmüştü. Severek yaptı. Özgürlük istiyordu ve alkış olayından sonra Vidadi’ye olan bağlılığı da artmıştı ama yine de içinde filizlenen bir sıkıntı tüm damarlarında dolaşıp beynine saplandı. “Başarabiliriz” dedi yine de ama organizasyonun büyüklüğü onu huzursuz ediyordu. Hemen ön sırada bulunan yüz otuz beş numaralı hasta, mırıldanmalarından anlamış olacak ki kafasını hafifçe çevirerek söze girdi:

-Hiç endişe etmeyin genç adam, o ne yaptığını çok iyi bilir…

Botir Abdullayev, bu yaşlı bunağın da Vidadi Volkova’yı buradaki herkes kadar tanıdığını, sonu gelmeyen efsanelerden, aslı astarı olmayan dedikodulardan payını aldığını düşünüyordu, onu hiç umursamadı, uzak bir mesafeden Vidadi ve yanındaki üç adamı izleyerek endişeli bir halde tırnaklarını yemeye devam etti. 

Onun bu ciddiyetsiz tavırları yüz otuz beş numaralı ihtiyarı öfkelendirmişti. Cüzdanından bir gazete küpürü çıkardı ve Botir’a doğru çevirdi. Git gide cüzdanının şeklini almaya başlayan bu sayfanın ön yüzünde beyaz tütüsü ve siyah mayosuyla seyircileri selamlayan bir kız çocuğu bulunuyordu. Boynundan sarkan şeref madalyasının hemen altında kalın puntolarla Moskova Devlet Akademik Klasik Bale Tiyatrosu yazıyordu.

-Pek tatlıymış. Torununuz mu? Diye sordu Botir Abdullayev.

-Evet, dedi yüz otuz beş numara. Ama seni asıl ilgilendiren sayfanın öbür yüzü.

Usulca kâğıdın diğer yüzünü çevirdi. O anda çok meşgul olan Botir Abdullayev sayfayı görür görmez yemekte olduğu tırnaklarını tükürdü, üç adamı ve Vidadi’yi takip etmeyi de bıraktı. Çünkü çilli yüzü, uzun burnuyla kimsenin bilmediği o genç Vidadi karşısında duruyordu. Fotoğrafın üstünde ince puntodan iki satırlık bir yazı vardı.  “Meşhur gazeteci Vidadi Volkova…” ya kadar okudu, gerisine dikkat etmedi. Şaşkın gözlerle genç Vidadi’ye uzun uzun baktı. Hakkında türlü efsaneler dinlediği adamın ilk gerçek hikayesine bakıyordu. Yüzünü tüm ayrıntılarıyla incelerken, ihtiyar sözlerine devam etti:

-Vidadi Volkova bizim zamanımızın en ünlü gazetecilerinden biriydi. Özbek’ti. Birçok Batı dilini ve Çinceyi iyi derecede konuşabiliyordu. Washington Post, Der Spiegel, The Sun, Lemonde gibi önemli gazetelerden Rusçaya tercümeler yapıyordu.  Çok çalışkan ve zekiydi, önü açık görülüyordu.

-Madem çalışkan ve zekiydi, dedi Botir Abdullayev, bu tımarhanede ne işi var?

-Çalışkan ve zekiydi ama, dedi yaşlı adam. Bir gün beklenmedik bir hata yaptı. Ülkenin en tirajlı gazetelerinin birine “gökyüzü mavidir!” diye bir manşet attı.

-Bunda ne var? Diye sordu Botir. Herkesin bildiği bir gerçeği söylemek delilik mi oluyor?

-Hayır, dedi yaşlı adam. Onun asıl deliliği, herkesin bildiği bir gerçeği herkese söylemesidir.

Hakikat sır ister.

Botir Abdullayev sözü uzatmak istemedi. Öğrenmek istediğini öğrenmişti. Deneyimi ve liyakatiyle Vidadi Volkova bu iş için biçilmiş kaftandı. İçi rahatladı, ihtiyarın sözleri serin bir su gibi yüreğine serpildi. Artık gönül rahatlığıyla uyuyabilir, özgürlük hayalleri kurabilirdi.

Yukarıya çıkıp keyifle yatağına uzandı. Bir an önce günün doğup batmasını, akşamın gelmesini istiyordu.

Gün doğup batıp akşam olunca, her zamankinden farklı olarak yemekhanenin kapısı daha erken açıldı ve bütün hastalar daha önce hiç yapmadıkları şekilde, aynı anda masalara oturdular. Kavga veya tartışma olmadı. Gençler sıralarını ihtiyarlara verdi, ihtiyarlar da çürük dişlerinden dolayı yiyemedikleri tatlılarını gençlere ikram ettiler. Herkesin yüzünde derin bir huzur, sakalları ya da saçlarıyla gizleyemedikleri bir mutluluk vardı.

Bir müddet sonra Vidadi Volkova son derece soğukkanlı bir şekilde yemekhaneye girdi, dostlarının ona ayırdığı sandalyeye oturmadı. Benmariden çatal ya da kaşık da almadı. Hızlıca salonu geçip antrede bulunan uzun ve geniş ekranın önünde durdu, bir müddet kalabalığı süzdü. Herkesin burada olduğuna emin olunca bulduğu ilk sandalyenin üzerine çıktı:

-Kardeşlerim! Dedi.

Kalabalıktan slogan ve alkışlarla dolu bir uğultu yükseldi. O an arka masada yemek yemekte olan doktor ve sağlık ekibi başlarını kaldırıp bu tuhaf görünümlü adamı görünce yemeklerini yemeye devam ettiler. Vidadi Volkova yine her zamanki nutuklarından birini atıyor, hastalar da hep bir ağızdan onunla eğleniyor diye düşündüler.

Beklediği tepkiyi alan Volkova, konuşmasını sürdürdü:

-Planlarımız beklenildiği gibi tıkır tıkır işlerse, birkaç dakika sonra arkamda gördüğünüz bu dev ekranda özgürlük için ilk adımımızı atacağız!

Kalabalık hep bir ağızdan sevinç çığlıkları atıyor, özgürlük şarkıları söylüyordu.

Volkova rüzgârı ilk defa sırtında hissetti.

Göğsünü gerip daha güçlü bir sesle:

-Kutlu olsun! Dedi.

Kalabalık iyice kendinden geçmişti.

Birkaç dakika sonra akşam bülteni başladı. Planlar beklenildiği gibi tıkır tıkır işliyordu…

Ülkenin irili ufaklı bütün televizyon kanalları ortak bir yayın ağına bağlanmış, ilk manşetten “Maksim Gorki Akıl Hastanesi’nin aslında bir akıl hastanesi olmadığı, devlet eliyle üstün zekalıların yerleştirildiği bir proje üssü olduğu” haberi yayılıyordu.

Ekranın hemen altında akan şerit yazıda “ülkenin geleceği adına ileri zekalı olan yurttaşlarla, sıradan olanların ayrıştırıldığı, ileri zekalı olarak tespit edilenlerin ömür boyu gerekli hak, imtiyaz ve imkanlarla devlet güvencesine alındığı ve bu üsse yerleştirildiği” bilgisi akıyordu.

Bültene telefonla bağlanan bir gizli tanıksa “toplumda infiale sebebiyet vermemek adına bir önceki hükümet tarafından projenin gizli yürütüldüğünü, ancak doğumundan itibaren çeşitli testler ve gözlemlerle seçilen yurttaşların bu üsse kabul alabildiğini, akıl hastanesi fikrininse güvenlik açısından uygun görüldüğünü” ifade ediyordu. Hastaların dün gece verdiği röportajlar “ülkemizin dâhileri” başlığıyla bütün radyo ve televizyonlarda sergileniyor, üstün nitelikleri çeşitli övünç ifadeleriyle dilden dile dolaşıyordu.

Aynı anda milyonlarca insanın izlediği bu bültenler, bütün yurtta bir şok etkisi yarattı…

Ülkenin farklı bölgelerinden birçok vatandaş olayın aslını öğrenmek için sokaklara dökülüyor, hükümeti ve senato üyelerini açıklama yapmaya davet ediyordu.

Proje ile ilgili hiçbir bilgisi olmayan hükümet yetkilileri ve senato üyeleri sessiz kalmayı tercih ediyor ve olayın araştırılması için bir komisyon kurulmasını teklif ediyordu. İlerleyen saatlerde baskılara direnemeyen senato başkanı, bölge sorumlusu Mishenka Markov’la iletişime geçilmesini istedi.

Beş dakika sonra Markov hattın ucundaydı. Nezaketi düşünecek durumda olmayan senato başkanı gür ve öfkeli bir sesle:

-Bu saçmalıklar da ne oluyor Markov? Diye sordu.

Mishenka Markov, uzun yıllar edindiği bürokrasi ve politika deneyimleriyle birlikte lafı yuvarlıyor, doğru taşa oynuyordu. Konuşma boyunca bütün bunlardan eski hükümetin sorumlu olduğundan, koltuklarında biraz daha fazla kalabilmek adına kendilerine rakip ve rejimin geleceğine tehdit olarak gördüklerini bu üsse getirdiklerinden ve akıl hastanesi etiketi altında iradelerinin ellerinden alındığından bahsediyordu.

Uzun süreli bir sessizlik oldu.

-Peki, dedi senato başkanı. “Ben halledeceğim” dedi Mishenka. Hiç merak etmeyin.

Senato başkanı bütün bunları sakinlikle dinledi. Nihayet olan bitenle ilgili bir günah keçisi bulunmuştu. Eskiye nazaran biraz daha rahattı. Ama yine de hiçbir açıklama yapmadı, olan bitenden eski hükümeti de sorumlu tutmadı.

Çünkü hükümet de senato üyeleri de koltuklarında daha uzun süre kalmak isteyip istemediklerine henüz karar vermemişlerdi.

Bütün bunlardan bağımsız olarak, Vidadi Volkova, Botir Abdullayev ve arkadaşları akıl hastanesinin yeni yemekhanesinde gururla gelişmeleri takip ediyor, ilk defa kendilerini önemli ve değerli görüyorlardı.

Planının kusursuz bir şekilde, tıkır tıkır işlediğini gören Volkova, kahkahalar atarak kalabalığa döndü:

-Ey deliler! Dedi. Şimdi deliliğin şanına yakışır şekilde eğlenelim ve neler olup bitiyor görelim…

Eğlendiler, yiyip içtiler ve yorulduklarında bir kenara çekilip nelerin olup biteceğini beklemeye koyuldular…

O gün hiçbir şey olup bitmedi…

Ertesi sabah Botir Abdullayev, kulaklarını sağır eden bir gürültüyle uyandı. 

Pencereden dışarı baktığında yüzlerce insan hastanenin önünde toplanmış, sloganlar atıyor, pankartlar sallıyordu.

Öğleye doğru bu sayı çığ gibi büyüdü… Binleri, on binleri, yüz binleri buldu…

Üsse kabul almak isteyen yüzbinlerce insan birbirlerini eziyor, çığlıklar atıp, görevlilerle çatışıyordu.

Bir müddet sonra son dakika ibaresiyle öğlen bülteni duyuruldu. Hükümet başkanı ve Mishenka Markov ortak bir basın toplantısı yapıyordu.

Önceden anlaştıkları gibi sözü ilk olarak Markov aldı:

-Buradan bütün vatandaşlarımıza sesleniyorum. Sakin ve sabırlı olun. Hiçbir yurttaşımız üzülmeyecek ve mağdur olmayacak. İlla ki ülkenin geri kalan kısmında devletimizin gözünden kaçan yurttaşlarımız olabilir. Bu nedenle hükümetimiz bugünden itibaren Üstün Zekalılar Üssü’ne sınavla alımlara başlayacaktır.

Hemen ardından söz alan hükümet başkanı, hastanenin önündeki milyonlardan etkilenmiş olacak ki, halka daha fazla Üstün Zekalılar Üssü açacağını ve önümüzdeki beş yıl içerisinde hiçbir vatandaşın dışarıda kalmayacağını vaat ediyordu.

Bir müddet sonra yüzlerce, binlerce insan akıl hastanesine kabul almaya başladı.

Devlet yönetiminden, bürokrasiden, sanat, bilim ve spor camiasından nice nüfuzlu insan kendileri veya yakınlarına kabul alabilmek için perişan haldeki yetkilileri gün boyunca meşgul ettiler.

Hatta bir zaman sonra doktor ve sağlık ekibi de bu olanlara inanmaya başladılar ve rüşvet karşılığı kabul ilanını çevresindekilere pazarladılar.

Sonucunda yatakhaneler dolup taşmış, yemekhanede, spor salonunda, antrede, hatta bahçede bile adım atacak bir yer kalmamıştı.

Kısa süre içinde hastane yönetimi acil toplantı kararı aldı ve toplantı sonucunda binanın bu kadar insan yükünü kaldıramayacağını ve ayrılıklar yaşanabileceğini duyurdu.

Sayıca daha fazla olan yeniler isyana başladılar. Eski sakinlerin zaten uzun zamandır burada olduklarını, artık gitmeleri gerektiğini söylüyorlardı. 

İlk başta bu fikre karşı olan hastane yönetimi, çatlak seslerin artmasıyla bu konuyu değerlendirme kararı aldı.

Çok vakit geçmeden demokraside karar kılındı ve nihai kararı tespit etmek için hastane içerisine sandıklar kuruldu…

Plan tıkır tıkır işliyordu…

Hava kararmadan bütün sandıklarda oy sayımı bitmiş, netice belli olmuştu. Hastane yönetimi yemekhanenin balkonundan sonuçları hastane sakinlerine arz etti:

-Değerli hastane sakinleri, yüzde 95 oranında ezici bir üstünlükle, eski sakinlerin gönderilmesine karar verilmiştir.

Daha kalabalık olan yeniler kararı coşkuyla karşıladılar ve valizlerini hazırlamaları için eski sakinlere yatakhaneye kadar eşlik ettiler.

Henüz gün bitmeden, Vidadi Volkova, Botir Abdullayev ve arkadaşları Yenilikçilerin azgın protestoları eşliğinde yaka paça Maksim Gorki Akıl Hastanesi’nden atıldılar…

Dostlarının gözlerindeki mutluluğu gören Volkova:

-Dostlarım! Dedi, işte size sonsuz özgürlük! Gidin ve doyasıya yaşayın!

Kalabalık içerisinde birbirini tanıyan tanımayan herkes kucaklaşıp vedalaştı… Ülkenin dört bir yanına dağıldılar…

Vidadi Volkova en son kundakta gördüğü oğlunun okuluna,

Botir Abdullayev ise sevgilisinin şefkat dolu kucağına koştu.

Ama ne Vidadi biricik oğlunu ne de Botir biricik sevgilisini bulabildi…

Bütün yakınları Maksim Gorki’ye kabul almak pahasına, deli gömleğini giymeye razı olmuştu…

YAZAR BİLGİSİ
Fatih Sultan Yılmaz
1995 yılında Trabzon'da doğdu. Türkçe Öğretmenliği bölümünden mezun oldu. 2016'da "Yalnız İşlere Bulaştım" ve 2018'de "Umut Yaratma Atölyesi" kitapları yayımlandı. Şiraze, Vesaire, Türk Edebiyatı, Kardeş Kalemler gibi dergilerde şiirleri yayımlandı. 2020 Yunus Emre şiir ödülünü aldı. 2021'de Türkoloji master eğitimini tamamladı. 2024 yılında "Abay'ın Ölümle İmtihanı" kitabı okurlarla buluştu. Hâlen Hacettepe Üniversitesi'nde eğitimine devam etmektedir.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.