Ruhu Yıkılan Bina
“Binaları yıkan çürükler değil, fikirlerdir”…
Bu söz, deprem ve ileri medeniyetler özelinde “temkinli olmayı”, savaş, terör ve orta doğu özelinde “sağduyulu olmayı” pek tabii ki çağrıştırabilir. Lakin bu yazıdaki asıl tuttuğu anlam; fikirlerin gömleği giydirilerek günden güne yorulan binalar var etmektir.
İşte var edilen bu binalardan birini, en yorgun, en usanmış haliyle sol tarafta görmektesiniz.
Bu görkemli görünüşüne bakıp, sizinle alay ettiğimi, yazı yazmak için durumu abarttığımı vesaire düşünmekte özgürsünüz. Fakat bütün samimiyetimle söylüyorum: Ya da söylemiyorum siz bilirsiniz.
Bu bina Ankara’da, Çankaya’da, Ziya Gökalp caddesinde alelacele otobüse yetişmeye çalışırken tesadüfen fark ettiğim bir yapıdan ibaret.
“Edebiyat – müze ve kütüphane” kelimelerini bir arada gören her iştahlı okur gibi hemen dikkat kesildim, “kaçan otobüsü ilgi alanımdan çıkardım” ve doğrudan bu yapıya yürüdüm…
Kapının önüne vardığımda, kimseler ve onun bir ufak versiyonu “kimsecikler” de yoktu…
Ankara’nın kalın sesli rüzgârını, kendi ayakkabılarımın sesini ve birkaç türünü bilmediğim kuşu rahatlıkla duyabiliyordum…
Binanın hemen yan tarafında bulunan bir iş yerinin önünde, hemen yanındaki bu uhrevi mekânın atmosferine ayak uydurmuş orta yaşlı bir adam sigarasını içiyordu.
Beni fark ettiğini görünce, elimle binayı göstererek sordum:
-Açık mı acaba?
Cevap: -açık açık, yan kapıdan.
Binaya doğru bakan elimi hafifçe sol göğsümün üstüne getirerek, adama hissiz bir tebessüm bıraktım.
Bu beden dilinde “eyvallah” demekti sanırım…
Sonra meraklı adımlarla, usulca kapıya doğru yürüdüm.
Uzun süre yağlanmamış, sürgülü yapıyı “zonkk”lamalar eşliğinde açtım…
Mekânın bugün bizim “aura” olarak bildiğimiz “enerjisel çevresi” beni kendine doğru çekerken, sırtımdan itekleyen Çankaya rüzgârı içeri doğru yuvarlanmamı kolaylaştırıyordu.
Binanın dış kapısından iç kapısına kadar kendimi bir taksi şoförüne emanet eder gibi rüzgâra teslim ettim.
Dış kapıyla iç kapı arasında bakımsız bir bahçe bulunuyordu. Birkaç servi ağacı ve küçük de bir havuz vardı. Ama tıpkı bahçe gibi bu havuz da kaderine terk edilmiş gibiydi. Sudan arındırılmış, kar ve yağmurun etkisiyle çamurlaşan bir toz yığınının yuvası olmuştu.
Dış kapıdan yaklaşık 8-10 metre kadar sonra giriş merdivenlerine varıyorsunuz.
Bu merdivenlerin hemen kıyısıyla, servilerin ve havuzun bulunduğu yer arası betonla kaplanmış, kullanışlı bir hale getirilmiş… Bu kısmın olumlu görüntüsünü ancak merdivenlere varınca fark edebildim. Bahçenin yeşillik kısmı içinse fikrim değişmedi.
Aşağı yukarı 10 basamak çıktıktan sonra, içeri girdim.
Dış yüzeydeki ilk kapıdan sonra, içeride sizi ikinci bir kapı daha karşılıyor.
Hızlıca o kapıdan da geçtim…
Artık, sert rüzgârlı, yağmurlu ve puslu bir havada, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’ini, Ömer Seyfettin’in Perili Köşk’ünü andıran bu binanın içindeydim…
Burada, ilk karşılaşacağınız manzara, direkt göz hizanızda dev bir Nuri Pakdil fotoğrafı ve altında yine dev puntolarla “muhtemelen çok tutulan” özdeyişlerinden biri olacak…
Siz bu manzarayla bir süre bakıştıktan ve etrafı süzmeye başladıktan sonra, kısa sürede sizi fark edeceklerdir.
Bu noktada, sizi orta yaşın biraz üzerinde nahif bir hanımefendi karşılayacak…
Kısa bir hoş beşin ardından, 70’li, 80’li yılların kılçıksız Türkçesiyle, şiir tonunda konuşan bu orta yaşın biraz üzerindeki rehberiniz, size mekânı tanıtmaya başlıyor…
Giriş katından itibaren bir bir odalara giriyorsunuz…
Hatırladığım kadarıyla, girişin hemen sağında, sanat galerileri, sergiler, özel toplantılar için hazırlanmış bir salon bulunmakta… Bu emsalleri içerisinde orta büyüklükte denilebilecek salon, yer yer kavisli duvarları, daralıp genişleyen kolon boyutlarıyla bir toplantı salonundan ziyade sergi alanını daha çok andırmakta…
Kılçıksız Türkçeyle konuşan orta yaşın biraz üzerindeki rehberimin söylediğine göre; Covid-19 salgının başlangıcından beri birkaç önemli sergiye de ev sahipliği yapmış bu salon… (“önemli sergi” geçmişinin Covid öncesine dayanmamasının tek nedeniyse; binanın Covid başlangıcından kısa süre önce yeniden restore edilmesi ve kültür turizm bakanlığına devredilmesi tabii ki. Yoksa eski haliyle ne Osman Hamdi Beyler, Müfide Kadriler, Halil Paşalar görmüştür bu makyajlı ihtiyar…)
Girişin hemen sol tarafındaki kısımda ise, küçük, şirin bir okuma salonu bulunmakta…
Bugün birer “mont müzesine” dönüşmüş, Ankara’nın büyük kütüphanelerindeki yer kapma mücadelelerini ve yoğunluğu düşünürsek; bu alabileceği insan kapasitesi son derece belli olan küçük, şirin salonda kitap okumak, ders çalışmak ya da küçük gruplar halinde toplantılar düzenlemek hiç kötü bir fikir olmasa gerek…
Yine bu küçük, şirin okuma salonunda bütün duvarları kaplayan irili ufaklı kitaplıklar ve yine üzerlerine dev puntolarla yazılmış özdeyişler bulunan dev Nuri Pakdil fotoğrafları bulunmakta…
“fotoğrafını çekmediğim yer benim değildir”… diyenler için bu posterimsi, devasa görseller turistik bir dekor özelliği taşıyabilir. Ama eğer duvarlar ve ortam yeterince ilginizi çekmezse de üzülmeyin! Bütün bunların ilginizi çekmediğini fark edecek kadar usta rehberiniz, hemen size alanınıza (meşrebinize) göre bir yayın (roman, şiir, öykü, dergi mecmuaları vs.) önerecektir. Benim payıma bu bıkkınlıktan; Vasfi Mahir Kocatürk’ün meşhur Büyük Türk Edebiyatı Tarihi düştü…
Henüz üniversite öğrencisiyken, koltuk altımı yurt edinen bu heybetli kitabın sayfalarını nostaljik bir seyahate çıkar gibi bir bir karıştırdım. (bu esnada hafif klasik bir müzik bu oda için çok ideal olur diye de aklımdan geçirdim). Sonra bu çok uzayacağa benzeyen yolculuğumu, rehberimin el işaretlerini tasdik eden “-yukarı buyurun” sözüyle ilk durakta kestim…
Üst kata çıkmak için merdivenlerin önüne geldiğinizde, basamakların, giriş kattaki “sergi salonunu” andıran dar ve kıvrımlı bir şekilde yukarıya doğru aktığını göreceksiniz… Bu binanın mimari bütünlüğü açısından korunabilmiş az sayıda ana unsurdan biri olarak dikkatinizden kaçmayacaktır.
Bu dar ve kıvrımlı merdivenlerin duvarları yine Nuri Pakdil’in çeşitli fotoğrafları, şiirlerinden alıntılar ve bazı resmî belgelerin tıpkıbasımlarıyla dolu… Bu yönüyle, aşağıdan yukarı bakılınca içinde şiirlerin, fotoğrafların, senetlerin yüzdüğü sanatsal bir hortumu da andırdığı söylenebilir…
Yapının bu bölümünde, kılçıksız Türkçeyle konuşan orta yaşın biraz üzerindeki rehberiniz, her basamağa denk düşen bir fotoğrafın yahut belgenin önünde durarak, “ne anlatıldığını pek de önemsemeyeceğiniz güzellikte bir Türkçeyle” size türlü bilgilendirmeler ve özel detaylar sunmaktan geri durmayacaktır…
Benim en çok merakımı celbeden; en belirgin fotoğraflarını duvarlardaki posterimsi, dev baskılardan gördüğüm Nuri Pakdil’in, manevi bir oğlu olduğuydu…
Rehberimin söylediğine göre, hayatta bulunan başka bir tanıdığı da yokmuş…
Yine manevi oğlunun da babasının fotoğraflarına yakın bir yerde (bazısı birlikte) posterimsi, dev pozları birinci kattan ikinci kata değin duvarları süslemekte…
İkinci katın girişinde hemen karşınızda, sağınızda ve solunuzda birer adet olmak üzere 3 kapı göreceksiniz…
Diğerlerine görece size daha yakın olan solunuzdaki odada, Nuri Pakdil’in kişisel eşyaları sergilenmekte…
Ölmeden önce aktif olarak kullandığı cep telefonu, gözlüğü, kalemleri, açık çöl sarısı tespihi ve siyah deri çantasını şeffaf bir camın ardından seyredebilirsiniz…
“Kişisel eşyaları” ismini pek de hak ettiği söylenemeyecek bu odanın (nicelik bakımından) geri kalanı, alt kattaki okuma salonu gibi duvarlar boyunca “kitaplıklarla” çevrilmiş ve içerisi türlü fotoğraflar, kitaplar ve alıntılarla süslenmiş…
Heyecanla girdiğiniz bu odadan bir parça hayal kırıklığıyla ayrılırken, koridordaki çerçeveleri görüyor biraz rahatlıyorsunuz…
Yerden epeyce yükseğe, yan yana simetrik bir şekilde konulmuş bu çerçevelerde, yazarla ilgili birtakım özel evraklar bulunmakta… Lise diploması, memur kimlik kartı bunlardan en dikkat çekenleri… Görselleri, eskitme tahtaların çevrelemesiyse dokuyla yumuşak bir harmoni yakalanmasına olanak sağlamış…
Estetik görüntüsünün dışında, bu belgelerde sizi ilgilendiren çok bir şey bulamayacağınız doğru.
Ancak, binanın girişinden itibaren “Nuri Pakdil” diye telaffuz ettiğiniz yazarımızın, nüfusta kayıtlı asıl adının “Nurettin Pakdil” olduğunu öğrenince de eliniz pek de boş dönmüyorsunuz… (Hatta bir başka belgede Nurettin’in başına “Mehmet” de ekleniyor…)
Orta yaşın biraz üzerindeki rehberinizin Nine Korkut kıvamındaki, masalsı sesiyle belgeler arasında bir aşağı bir yukarı kafa sallarken, bir anda o şilteli ses duruyor… Ve başka bir odaya geçmenin arifesinde olduğunuzu anlıyorsunuz…
İkinci katın girişinde gördüğünüz 3 odadan biri (soldaki) “kişisel eşyalar” odasıydı, geri kalan iki kapıdan birinin, (sağdaki) alt kattaki okuma salonunun 2. Şubesine açıldığını görünce biraz üzülüyorsunuz. Ama salonun küçük gruplara sunduğu konforlu ortamı düşününce, kullanışlılık açısından hak vermeden edemiyorsunuz…
Rehberimin görkemli bir ışıltıyla açtığı üçüncü kapı ise bir konferans odasına açılıyor… Burada 50 kadar koltuk, çekici bir kürsü ve gerekli zamanlarda kullanılmak üzere bir de projeksiyon perdesi bulunmakta… (hoparlör, mikrofon vb. teknik araçlara değinmiyorum…)
Oldukça şık, mütevazi ve konforlu olan bu salondan, gerekli izini alan herkesin ücretsiz yararlanabileceğini öğrenince mekânın ruhumu yakalayan cazibesi daha da artıyor…
“Ah! Ah! Burada ne güzel şiir gecesi yapılır be” diye düşünüyorum, bir yandan da kendimi o çekici kürsüye çıkmış şiir okurken hayal ediyorum… (siz de hayal edin: Şairin adının verildiği evde şiir gecesi, fena olmaz sanırım…)
Bu rüya çok sürmeden, rehberimin sesiyle iki yanağımdan tokatlanmış gibi oluyorum…
“İkinci katımız da bu kadar… Dilerseniz aşağıya kadar eşlik edeyim…”
Ses hızında gitmiyorum ama, sesle birlikte süzülüp dar, kavisli merdiven duvarlarına sürterek ağır ağır giriş katına iniyorum… (Burada son derece nazik olan rehberim, seyahatin başından beri önde götürdüğü yolculuğunu, dönüş aşamasına geçtiğimiz için nezaket gereği arkada sürdürüyor).
Giriş katına geldiğimizde, bütün ayrıntıları dikkatlice incelediğimi anlayan rehberim, merdivenin bitiminden hemen sonra, ilk sağa döndüğünüzde binanın arka bahçesine açılan kapısını fark edince, beni binaya girdiğim giriş yönünden çevirerek “burayı da görmelisiniz” diyor…
Merdivenin 1,5-2 metre uzaklığındaki bu kapı, duvarla metali arasındaki aralıklardan, yer yer gün ışığını sızdırarak sinematografik bir atmosfer oluşturuyor…
Merdivenden inene kadar, bana arkadan eşlik eden rehberim, burada önümden yürüyerek “öbür aleme açılan” bu kapıyı açtı… İçeriye baharın bütün kokularını taşıyan bir aydınlık doldu…
Boyut değiştirirmişçesine kapıdan usulca geçerek, benim için kapıyı tutan rehberimi bekledim…
Geldi… ve bana fiziksel fonksiyonlarında eksiklikler bulunan dostlarımızın binaya ulaşımı için yapılan uzun ve yüzeyi pürüzsüz yolu gösterdi…
Bu yol, arka bahçe boyunca düz bir istikamette ilerliyor, daha sonra küçük bir virajla ön bahçeye bağlanıyordu… Dostlarımız, ön bahçeden gelip bu küçük virajı geçtikten sonra üst kata çıkan merdivenin hemen önündeki kapıdan binaya giriş yapabiliyorlar…
Sanatın ruhuna yakışır, bu ince ayrıntıyı gördükten sonra biraz önce binanın içine dolan baharın bütün kokularının, kalbime de sığdığını hissediyorum…
Bu manzaradan çok etkilendiğimi gören orta yaşın biraz üzerindeki rehberim, kılçıksız Türkçesiyle yeni bir bulmacanın kapısını daha aralıyor…
“- Zemin katı da görmelisiniz…”
Bu sözüyle, şimdiye kadar belki de sürekli bu rutin görevi yapmaktan bazı bölümleri atlayarak geçen rehberimin, klasik memur tavrından sıyrılıp, insani bir yaklaşımla git gide bana güvenmeye başladığını ve bu alelade gelişen seyahati iyiden iyiye ciddiye aldığını anlıyorum…
Geriye dönüp o saçaklarından sarı saçlı kıvırcık bir çocuk gibi gün ışığı sızdıran, sinematografik kapıdan tekrar geçiyoruz…
Az önce yukarıya çıktığımız dar ve kavisli merdivenin bir benzerinin, hemen sol köşeden aşağıya doğru uzandığını görüyorum…
Burada dar ve kıvrımlı yolu kaplayan posterimsi fotoğraflar, yukarıdaki muadillerine göre biraz daha küçük boyutta tercih edilmiş… Aşağı inildikçe tavanla yer arasındaki mesafenin git gide kısaldığını gördüğünüzde, bu seçiminin oldukça yerinde olduğunu fark edeceksiniz…
Yine üst kata çıkan merdivene nispeten daha kısa bir yolculuk süresi vaat eden bu merdivenin sonunda üç kapı görüyorsunuz…
Burada üzücü bir not eklemeyelim: sağdaki kapı lavabo kapısı, soldaki ise teknik malzeme odasıymış…☹
Bu durumu fark edince, rehberimin beni ısrarla bu kata indirmesinin teknik malzeme odası ve lavabodan daha kıymetli bir sebebi olacağına güvenerek, üçüncü odanın kapı arkasını merak etmeye başladım…
Merdivenden iner inmez, yüzünüzün hemen karşı istikametindeki bu odanın, bu kattaki ziyarete değer yegâne şey olduğunu söylemek yersiz olmaz…
En değerli kozunu son dakikalara saklayan bir teknik direktör yahut en güzel şarkısını sona bırakan bir assolist gibi, tam binadan ayrılmayı kabullendiğim bir anda, rehberim de bu odayı göstererek, son kozunu oynuyor gibiydi…
Hazine gibi, ironik bir şekilde alt kata gizlenmiş bu odada, gün boyu yazarla ve bina ile ilgili bilgilendirici videoların döndüğü dev ekran bir televizyon, yazarın nadir bilinen fotoğrafları ve orta oyunu, münazara, toplantı veya ders düzenlenebilecek bir oturma alanı bulunmakta…
Yine bu salonu da 2. Kattaki konferans odası gibi önceden gerekli izinleri almak koşuluyla ücretsiz bir şekilde kullanabiliyorsunuz…
Odadan çıkıp, bu sefer kimse önde veya arkada kalmadan, eşit mesafede giriş katına dönüyoruz…
Yaklaşık 45 dakikaya yaklaşan gezimin, orta yaşın biraz üstündeki rehberimi yormaya başladığını fark edince, müsaade istiyorum…
Yolculuk boyunca mekânın büyüsüne kapıldığım için, adını öğrenmeyi unuttuğum değerli rehberimle veda ederken taşınıyoruz…
Mekânın daha yeni hizmete girdiğini, çok bilinmediğini, -onun yorumuyla- benim gibi istikbali olan gençlerin buraya gelip görmesinin, tanınması açısından da önemli olduğunu söylüyor…
Ben de bu eşsiz ziyaretten son derece memnun olduğumu belirtip,
Mekanla ilgili bir tanıtım yazısı yazma fikrimden bahsediyorum…
Kılçıksız Türkçesiyle:
-Harika! Diyor…
…Aradan birkaç gün geçiyor…
Telefonumun fotoğraf galerisinde dolaşırken, bu binada çektiğim fotoğraflara denk geliyorum…
Fırsat bu fırsat deyip, başlıyorum araştırmaya…
O sekme senin bu sekme benim… interneti, haber sitelerini, bina ile ilgili kitapları…
Titizlikle didik didik ediyorum…
Şimdilerde adı “Nuri Pakdil Edebiyat Müze Kütüphanesi” olan bu yapının,
Bir zamanlar, Atatürk’ün yakın düşünce ve mesai arkadaşlarından olan, Kuva-yi Milliye’de yer almış, Mübadele yıllarında Bayındırlık ve İskân Bakanlığı yapmış, siyasetçi, avukat ve bir öğretmen olan Mustafa Necati’ye ait olduğunu öğreniyorum…
Ulaştığım en ironik bilgiyse, Necati Bey’in, Harf Devrimi esnasında Millî Eğitim Bakanlığı yapmış olması oluyor…
Yeni harflerle, Türkçe şiirler yazmış bir şairin şimdilerde adının yaşadığı ev, bir zamanlar bu devrime katkıda bulunmuş abidevi bir şahsiyetin eviymiş diye “vay, hay”lar çekiyorum…
Bu binaya bakışımı kuvvetlendiren manevi atmosfer çok uzun sürmüyor tabii…
Konuyla ilgili manşet olan birkaç gazete haberine denk geliyorum…
“Tarihi binaya ‘yaşasın şeriat’ sloganı atan Pakdil’in adı verildi”
“Tarihi binaya ‘cumhuriyet düşmanının’ adı verildi”…
Bina için yazmayı düşündüğüm bütün mükemmel ayrıntılar, eriyip gidiyor…
Çankaya’nın göbeğinde, tarihe meydan okuyan, bu uhrevi, sanatsal, abidevi yapının
İster onu dışarıdan izleyenlere, ister benim gibi dolaşanlara, ister yalnızca ders çalışmak, kitap okumak için kullananlara olsun… İdeolojiler, fikirler üstü bir hissiyat, bir dünya verebileceği açıkken
Kendisine bile sorulmadan, tabelasına asılıp sökülen isimler,
Bedeni ne kadar yenilense de
Ruhunu deviriyor…
…………………………………………………….
Not: Nazım olsa şöyle derdi sanırım;
“Binalara kıymayın efendiler,
İsimler mekân öldürmesin…