Toplum, Dil ve Kimlik
İnsan, sosyal bir varlıktır, bu sebeple insanoğlu varoluşunun bir gereği olarak, iletişim kurmaya ihtiyaç duyar. Dünya üzerinde dillerin ortaya çıkışı da böyle bir ihtiyacın sonucudur.
Dil, aynı zamanda bir toplumun kimliğin de dışavurumudur. Bu doğrultuda bir dilin söz varlığı, tarihsel süreç içinde o toplumun yaşayışının, hayat görüşünün, endişelerinin, korkularının, kahramanlıklarının, medeniyetinin, kültürünün, geleneğinin bir yansıması olarak gelişir ve şekillenir. Dil, onu oluşturan toplumlar var olduğu sürece varlığını sürdürür; toplum yok olursa dil de yok olur. Bugün ölü diller olarak nitelediğimiz Sümer dili, Hitit dili, hiç şüphesiz, bu duruma dair aklımıza gelen ilk örneklerdendir.
Türk milleti, dünyanın en kadim milletlerinden biridir; dolayısıyla Türk dili, dünyanın en eski ve en köklü dillerindendir. Türk dili kadim tarihi boyunca beşerî, siyasî, coğrafî pek çok gelişmenin bir sonucu olarak çeşitli merhalelerden geçerek günümüze ulaşır. Türk dilinin zengin söz varlığı, dinamik sentaks yapısı, onu oluşturan Türk toplumunun tarihinden izler taşır. Özellikle Türklerin tarih boyunca farklı kültür ve medeniyetlerle kurdukları siyasî, askerî, dinî ve kültürel münasebetler, Türk dilinin şekillenmesi hususunda son derce etkili olmuştur. Türk dilinin gelişme evreleri içerisinde, hiç şüphesiz, Türklerin İslâm’ı kabulünün ardından başlayan Arap ve Fars kültürü ile Tanzimat Fermanı’nın ilanının ardından başlayan Batılılaşma süreci derin bir etkiyi haizdir.
İslam’ın kabulünün ardından Türk diline yoğun biçimde tesir eden Arap ve Fars dili, 19. yüzyılda devletin yüzünü Batı’ya dönmesiyle birlikte yerini Fransızcaya bırakır. O günlerden günümüze kadar kültürümüzü, kimliğimizi, geleneğimizi yoğun biçimde etkileyen Doğu-Batı meselesi, dilimiz üzerinde de etkisini göstermeye başlar.
Tanzimat yıllarında başlayan dilde sadeleşme tartışmaları, bilhassa Türkçülük düşüncesi temelinde baş gösteren Yeni Lisan hareketiyle önemli bir kırılma noktasını teşkil eder. Milli Mücadele’nin kazanılmasının ardından, Türkiye Cumhuriyeti bir ulus-devlet olarak teşekkül ederken, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk diline verdiği önemin boyutuna dikkatli bir biçimde bakıldığında, onun dil ile kimlik arasında nasıl bir bağ gördüğü kolayca anlaşılır. Atatürk’ün 1932’de Türk Dil Kurumu’nun açılışında yaptığı konuşmada söylediği “Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” sözü, onun bu anlayışının özünü teşkil eder.
Bugün Türk dilinin içinde bulunduğu durumun, Atatürk’ün seksen dokuz yıl önce veciz biçimde ifade ettiği meseleyi dikkatli biçimde sorgulamayı, anlamayı, kavramayı ve köklü çözümler bulmayı gerektirdiği ortadadır.
Türk Dil Kurumu “Dilimiz Kimliğimizdir” sloganı ile 2017 yılını “Türk Dili Yılı” olarak ilan etmişti. Yıl boyunca Türk Dil Kurumu öncülüğünde yurt genelinde yarışmalar, söyleşiler, konferanslar, kongreler vb. bir dizi etkinlik gerçekleştirildi. Üzerinden üç yıl geçtikten sonra “Türk Dili Yılı, Türkçemizin muhtelif problemlerine dair nasıl çözümler buldu?” sorusu zihnimde kocaman bir soru işareti olarak hala durmaktadır. Bilhassa, Batı’dan teknoloji ile doğru orantılı seyreden yabancı kelime ithalatına dair müspet önlemler almaktan hala uzağız. Örneğin, selfie kelimesine karşılık olarak, TDK tarafından önerilen “özçekim” kelimesi geniş kitleler tarafından benimsenmedi.
Peki, bu durumda ne yapmak gerekiyor? Öncelikle, “dil toplumla var olur” gerçeğini kavramak gerekir. Zira dil, toplumsal gelişmelerden etkilendiği gibi bilimsel ve teknolojik gelişmelerden de etkilenir; özellikle günümüzün teknolojik gelişme hızına ayak uydurabilmek ve bu doğrultuda kelime türetebilmek yolunda halkın sezgi ve algılarını kavrayabilmenin büyük önem teşkil ettiği açıktır. Bunun en güzel örneği hiç şüphesiz bilgisayar ve yazılım mühendisi, dilbilimci Prof. Dr. Aydın Köksal’dır. 1969 yılında computer yerine bulduğu ve bugün belki de gündelik hayatımızın en popüler kelimelerinden biri olan “bilgisayar” kelimesi başta olmak üzere, “bilgiişlem”, “ağ”, “yazılım”, “donanım”, “yazıcı”, “tarayıcı”, “bilişim” gibi 2 bin 500’den fazla kelimeyi dilimize kazandıran Prof. Dr. Köksal, hiç şüphesiz, halkın sağduyusunu göz önünde bulundurmuş bir dilbilimcidir.
Bugün bir şeylerden yakınıp durmak yerine harekete geçme zamanıdır. Eğer dilimizin kirlenmesini önlemek istiyorsak, öncelikle halkın nabzını yakalamasını bilmek gerekiyor. Nasıl mı? Halkın en çok rağbet gösterdiği şeyleri araç olarak kullanarak elbette. Televizyon, radyo, gazete, internet gibi günümüzün iletişim araçları, Türkçe kelimelerin halk nezdinde kullanımının yaygınlaştırılması hususunda biçilmiş kaftanlardır. Basit bir iki örnek vermek gerekirse: Laptop kelimesinin Türkçe karşılığı “dizüstü” ama bugün halk arasında Türkçesinden ziyade yabancı karşılığı kullanılıyor. Oysa biraz hassasiyetle tahmin edebileceğimizden çok daha kısa bir süre içerisinde laptop kelimesi unutturularak, “dizüstü” kelimesinin yaygınlaşması sağlanabilir. Mesela teknoloji marketler; gazetelere, internet sitelerine verdikleri ilanlarda kampanyalarını “Hafta Sonu Laptoplarda İndirim!” şeklinde duyurmak yerine “Hafta Sonu Dizüstü Bilgisayarlarda İndirim!” olarak duyursalar, halkın bu kelimeye kısa sürede aşina olması sağlanamaz mı? Veya akşamları herkesin ekran başında hayranlıkla izlediği dizi kahramanları, repliklerinde laptop yerine “dizüstü” deseler, bu kahramanlara öykünen vatandaşlar, onlar gibi konuşmaya heves ederken, onların kullandıkları kelimeleri kullanmaya da başlamazlar mı?
Biraz hassasiyet, biraz özveri ile halkın sezgisinden ve sağduyusundan yararlanmaya başlayarak, dilimizin muazzam imkânlarını kullanmayı başardığımızda bugün dile dair tartıştığımız pek çok meseleyi kökten halledebileceğimize hiç şüphe yoktur. Dilimiz kimliğimizdir, yeter ki kimliğimizin ve imkânlarımızın farkına varalım.